28 Nisan 2008 Pazartesi

Kasparov Değil Zico (II. bölüm)



Chelsea maçından sonra yazdığımız yazıda “Kasparov Değil Zico” başlığını kullanmıştık. O maçta sıkışan oyunu açabilmek için Zico’nun Uğur Boral’ı çıkarıp Kazım’ı oyuna alması ve Deivid’i sola çekip Kazım’ı sağa yerleştirmesi müthiş bir hamleydi ve maç değerlendirmemizde de bunu övmüştük zaten. Zico o gün için bir satranç ustasına yakışır bir hamlede bulunmuştu ve karşılığını almıştı. Hem Kazım’ın Chelsea savunmasının arkasına sarkabilmesiyle, hem de Deivid’in bir sol iç gibi oynayıp yüzünü kaleye dönmesi ve bunun sonucunda da galibiyet golünü getirmesiyle...

Ancak aradan geçen zaman, “Kasparov değil Zico” sözünü bu sefer olumsuz manada kullanmamızı gerektirecek gelişmelere sahne oldu. Testi kırıldıktan sonra yol gösteren çok olurmuş. Niyetimiz “öyle olmasaydı da böyle olsaydı” gibisinden varsayımlar üzerine konuşmak değil. Zaten bir maç yorumcusunun en son yapması gereken davranışın bu olduğunu düşünen birisi olarak böyle bir tavır içine girmeyi içime sindiremem. Her zaman söylediğim gibi yapılması gereken “olanı” yorumlamaktır, “olması gerekeni” değil. Ancak olanı yorumladığımızda dahi Zico’nun, dün oynanan Galatasaray maçı özelinde çok kritik hatalar yaptığı inkar edilemez bir gerçek.

Maç öncesinde Galatasaray’ın yapabileceği üç aşağı beş yukarı belliydi. Özellikle iki takım arasındaki kupa maçlarında da görülmüştü ki Fenerbahçe’deki teknik ayaklara karşı Galatasaray’ın üstünlük sağlamasının yolu, fiziksel mücadeleyi ön plana çıkarmaktan geçiyordu. Doğal olarak Galatasaray’daki teknik yönetim oligarşisi de bu yolu tercih etmişti. Galatasaray orta sahasındaki Mehmet Topal, Ayhan ve Barış, forvetindeki Ümit Karan ve Nonda, beklerindeki Hakan Balta ve Sabri, bu maçta hep fiziksel mücadeleleriyle kendilerini gösterdiler.

Öte yandan Fenerbahçe’ye baktığımızda orta sahada top rakipteyken mücadele eden tek isim Aurelio’ydu. Forvette Kezman, beklerde de Gökhan Gönül... Maldonado henüz fiziksel olarak hazır değildi, Uğur Boral’ın bütün sezon sol açık oynadıktan sonra sol beke alışamadığı görülüyordu, Kazım ise daha çok bu maça zihinsel olarak hazır olmadığını belli etti. Bu üç oyuncu da top rakipteyken, Galatasaraylıların benzer durumda yaptığı presi onlara karşı yapamadı. Bu da orta sahada ve kanatlarda bütün iplerin Galatasaray’ın eline geçmesini sağladı.

Galatasaray, orta sahayı ele geçirmesine rağmen yine de çok fazla teknik ayağa sahip olamamanın sıkıntısını çekti. Fazla pozisyon üretemedi. Golü bir kenara koyarsak bütün maçta akıllarda kalan tek gol pozisyonu, Ümit Karan’ın direkten dönen şutu. Ancak Galatasaray bu oyun anlayışıyla rakibine pozisyon da vermedi ki öncelikle hedefledikleri de buydu, bu anlamda oyun planları gayet başarılıydı.

Zico buna karşılık Kazım-Semih değişikliğine gitmeyi tercih etti. Ona göre Kazım zaten tamamen etkisiz bir günündeydi ve hiç olmazsa santrforların ikilenmesi, Galatasaray kalesi önünde bulunacak fırsatları arttırabilirdi. Ancak orta sahadaki teslimiyet, Alex ve Deivid gibi santrforları besleyecek forvetleri de oyundan düşürmüştü ve bu kopukluk sonucunda Semih-Kezman ikilisi de beklenen katkıyı yapamadı. Sonuçta da Fenerbahçe, Galatasaray kalesi önünde ciddi bir tehdit dahi oluşturamadan maçı tamamladı ve sahadan mağlup ayrıldı.

Satrançta oyunun gidişatına göre beklenmedik hamleler yapıp rakibi tuzağa düşürmek sıkça kullanılan bir taktiktir. Çok basit bir örnek vermek gerekirse, bir taşınızı yem olarak kullanırsınız ve rakibinizin oyun akışını bozarak o maç için kendinize önemli bir avantaj yakalayabilirsiniz. Fakat bunu sürekli bir taktik haline getirirseniz, rakibinizin düzenini bozacağınıza kendi düzeninizi bozarsınız. Dünkü maçın ardından olumsuz manada “Kasparov Değil Zico” dememizin en sade açıklaması da böyle olur herhalde. Zico, Chelsea maçında tutan hamlenin her maçta tutabileceğini düşünmenin kurbanı oldu bir bakıma.

21 Nisan 2008 Pazartesi

Futbolu Bırak Rivaldo!




CAS’ın Yunan Ligi’nin neticesi üzerinde belirleyici olacak malum kararı öncesinde ajanslara düşen haberlerden biri dikkatimi çekti. Rivaldo, AEK başkanı Demis Nikolaidis’e “eğer CAS’tan lehimize bir karar çıkmazsa benim mukavelemi feshedin, gidip Brezilya’da oynayayım” demiş. Güya sahada kazandıkları şampiyonluk ellerinden alınıyormuş da bu son derece çirkin bir durummuş da böyle bir yerde daha fazla futbol oynamak istemezmiş de...

Etik üzerine ahkam kesen adamın kaval kemiğine çarpan top nedeniyle yüzünü tutup kendisini yerden yere attığı günleri de unutmadık ama işin daha da trajikomik olan tarafı, Rivaldo’nun bundan önceki üç sezon boyunca Olympiakos’ta forma giymiş olması. “Sen Pire’deyken her şey güllük gülistanlıktı da sen gidince mi Olympiakos alavere dalavereye başladı” diye sorası geliyor insanın. Ayrıca futbolun en üst mahkemesi de Olympiakos’un hükmen aldığı galibiyete yönelik itirazı yetersiz bulmuş. Hani sadece EPO’nun (Yunan Futbol Federasyonu) aldığı bir karar olsa bu, o zaman ceketini alıp gitmek istemesi doğal ama futbolun en üst mahkemesi de EPO ile aynı saftaysa o halde Brezilya’ya gitmek de neyin nesi. Buna hakikaten bir tepki vermek istiyorsan futbolu bırakırsın olur biter.

Anlaşılan, geçen yaz Olympiakos tarafından kapının önüne konulmayı hazmedemediğini açık açık söylemektense yine numara yapıyor Rivaldo. Tıpkı 2002’de Hakan Ünsal’ın kaval kemiğine vurduğu topun ardından yaptığı gibi.

Öp Wallner’in Elini

Bir önceki yazıda bahsettiğimiz gibi bir ülkede diğer takımların toplamı kadar şampiyonluk kazanmak elbette çok önemli bir başarı ama Olympiakos’un bu sezonki şampiyonluğunun biraz tuhaf olduğu da bir gerçek. Çünkü şampiyonluğun baş mimarlarından biri, yukarda fotoğrafı duran, normalde Olympiakos’la herhangi bir alakası da bulunmayan, Roman Wallner isimli vatandaş.

Olympiakos, 3 Şubat’ta ligin dibindeki Apollon Kalamaria’ya, Barkoglou’nun son dakika golüyle 1-0 yenilmişti. Lakin daha sonra anlaşıldı ki Kalamaria’nın sezonun devre arasında İskoçya’nın Falkirk takımından transfer ettiği Avusturyalı Roman Wallner, bu sezon bir müddet de İskoçya Birinci Ligi’nde Hamilton Academicals forması giymiş. Eh, FIFA da futbolcuların bir sezonda üç ayrı takımda birden forma giymesini yasaklıyor.... Haliyle Olympiakos da Wallner’in kendilerine karşı oynamasının gayrı nizami bir durum ortaya çıkardığını belirterek EPO’ya (Yunan Futbol Federasyonu) başvurdu ve EPO da karşılaşmayı hükmen 3-0 Olympiakos lehine tescil etti. Üstelik Kalamaria’nın bir puanı da silindi.

Kalamaria daha sonra bu kararın bozulabileceği umuduyla CAS’a başvurdu. Kararın bozulmasını Kalamaria’dan daha çok bekleyenlerse, Olympiakos’u ligde iki puan geriden takip eden AEK’ti. Ancak CAS bugün Kalamaria’nın itirazını reddetti ve Olympiakos’un dün attığı şampiyonluk turu da boşa gitmemiş oldu.

Yıllardır ligde herhangi bir başarı elde edemeyip kulüplerini bakkal dükkanı idare eder gibi yöneten, sonra da işin kolayına kaçıp “Olympiakos başkanı Sokratis Kokkalis hakemleri, federasyonu satın alıyor” diye feveran ederek kendi beceriksizliklerini örtmeye çalışan AEK ve Panathinaikos yöneticileri için de böylesi çok güzel bir ders oldu. Tabii kendilerini Kokkalis’in CAS’ı da satın aldığına inandıracaklarsa başka...

Olympiakos ve Diğerleri...



Olympiakos dün oynanan ligin son maçında Iraklis’i 3-1 mağlup ederek üst üste dördüncü, son 12 yıldaki 11. ve tarihindeki 36. şampiyonluğa ulaştı.

Bu şampiyonlukla birlikte de ortaya çok ilginç bir tablo çıktı. Şöyle ki Yunanistan’da diğer takımların bugüne kadar kazandığı şampiyonlukların sayısına baktığımızda Panathinaikos’un 19, AEK’in 11, Aris’in üç, PAOK’un iki ve Larissa’nın da bir şampiyonluğu olduğunu görüyoruz.

19+11+3+2+1 = 36

Yani Panathinaikos, AEK, Aris, PAOK ve Larissa’nın kazandığı toplam şampiyonluklar, Olympiakos’un tek başına kazandığı şampiyonluklara eşit.

“Biz tek, siz hepiniz...” dercesine elde edilmiş bir başarı adeta...

Hele bir de Olympiakos seneye de şampiyon olursa, o zaman iş tamamen Action filmleri gibi olur herhalde. Hani Rambo bütün Viet Kong ordusunu tek başına hacamat ediyordu ya, işte onun gibi bir şey.

9 Nisan 2008 Çarşamba

Savunma Sanatı




Günümüz futbolunda en önemli hususlardan birisi, iyi bir takım için kadronun, oyunu her iki yönüyle de çok iyi oynayan oyunculardan oluşturulması. Chelsea’nin kadrosuna bakıldığında tam da bu anlatmaya çalıştığımız şeyin somut örneği çıkıyor karşımıza. Takım savunmasına katılmayan tek bir oyuncuları dahi yok. Öte yandan her oyuncuyla gol atabilecek veya gol pozisyonu hazırlayabilecek durumdalar.

Dünkü maçta deyim yerindeyse “daha bismillah demeden” golü bulmaları ve 1-0’lık sonucun kendilerine yetiyor olması, Chelsea’li oyuncuların defansif yönlerini daha çok ön plana çıkarmalarında bir etkendi. Nitekim golden birkaç dakika sonra Joe Cole’un direkten dönen bir şutu haricinde uzun süre orta sahada oyunu kilitlemeyi tercih ederek ileriyi fazla zorlamadılar.

Zico, bu maç için, ilk maçta galibiyeti getiren “sağa Kazım, sola Deivid” yerleşimine güvenmişti. Chelsea’den gelmesi muhtemel baskıya karşı hafifletici bir etken olarak da ilerde top tutma işini Kezman’a oranla daha iyi beceriyor gibi görünen Semih’i ilk onbire koymuştu.

Fenerbahçe maçın 10. dakikasından itibaren şoktan çıkıp ayağa pasa dayalı oyununu az çok oynamaya başladıysa da Chelsea’nin orta sahadaki Ballack-Lampard-Makelele üçlüsüne beklerdeki ve açıklardaki J.Cole, A.Cole, Kalou ve Essien’i çok yakın oynatması ve ortaya 2-7-1 gibi korkunç bir şablon çıkarması, sarı-lacivertlilerin sahanın ortasına kurulan bu Çin Seddi’ni aşıp önce Carvalho-Terry ikilisi sonra da Cudicini ile karşı karşıya kalmasını neredeyse imkansız hale getirdi. Dolayısıyla ilk yarıda Zico’nun kafasındaki planlar da sahaya bire bir yansıyamadı. Cudicini’nin devre ortasında yaşadığı sakatlık ve yerini Hilario’ya bırakması da aynı nedenden dolayı Fenerbahçe adına herhangi bir avantaja dönüşemedi.

Yine de sarı-lacivertliler en azından orta sahada topa hakim olabiliyor ve Chelsea yarı sahasına yavaş yavaş yerleşerek rakibin bir şekilde açık vermesi için fırsat kolluyorlardı. Böyle bir oyunda kilidi açmak için en önemli silah aslında duran toplardı fakat Fenerbahçe’nin şanssızlığı, şu anda hâlâ Şampiyonlar Ligi asist krallığı sıralamasında zirvede yer alan ve alametifarikası da duran toplardaki becerisi olan Alex’in, dün bu hususta bir hayli tutuk olmasıydı.

İkinci yarıda ilk değişiklik Avram Grant’tan geldi ve Kalou’nun yerine Belletti oyuna dâhil oldu. Belletti’nin sağ beke geçmesi ve Essien’in daha ileri kaymasının ardından da Zico Maldonado’yu çıkarıp Kezman’ı oyuna aldı ve Alex’i biraz daha geriye çekti. Chelsea orta sahası güçlenirken Fenerbahçe orta sahası bu değişiklikle zayıflayabilir diye düşünülüyordu ama Fenerbahçeli oyuncular topu ileriye doğru biraz daha hızlı ve uzun oynayarak bu orta saha girdabından kurtulma planını uyguluyorlardı. Maldonado’nun da oynadığı bölümdeki tutukluğu hesaba katıldığında, aslında bu değişiklikler Fenerbahçe’ye daha çok yaramışa benziyordu. Ayrıca ilk yarıda Fenerbahçe’nin sağ kanadını aşırı derecede zorlayan Kalou’nun kalan dakikalarda oynamayacak olması da güzel bir gelişmeydi.

Son çeyrek saate girilirken Semih yerini Uğur’a bıraktı. Uğur sola geçerken bir süredir Deivid ile yer değiştirerek oynayan Kazım tekrar sağa geldi, Deivid de Kezman’ın arkasında serbest adam oldu. Takım sahaya enlemesine daha iyi yayılınca da önce Uğur’la sol taraftan tehlikeli bir orta, ardından da sağ taraftan aynı dakika içinde Gökhan ve Kazım’la iki şut geldi. Bu şutlar, Fenerbahçe’nin maçtaki en ciddi gol pozisyonlarıydı ve dakikalar 82’yi gösteriyordu. Düşünün Chelsea’nin yaptığı savunmanın kalitesini. “Savunma sanatı” dedikleri bu olsa gerek.

Fenerbahçe zar-zor yakaladığı fırsatlarda sineğin yağını çıkaramayınca maçın sonlarında bir gol daha yedi ve gardı düştü. Takımın, teknik heyetinden futbolcusuna kadar asgari hatayla oynadığı bir maçı kaybetmesi elbette üzücü ama bu baştan beri vurgulamaya çalıştığımız üzere rakibin de ne denli kaliteli bir ekip olduğunu gösteriyor. Bu açıdan bakıldığında hem Fenerbahçe’ye, hem de Chelsea’ye saygı duymak lazım.

Maçın yıldızları, Chelsea’nin o boğucu orta saha savunmasının baş mimarı Makelele ile artık her Avrupa maçında Türkiye’ye bugüne kadar gelmiş en iyi stoper olduğunu bas bas bağıran Lugano’ydu. Uruguaylı belki de kariyerinin en iyi maçlarından birini çıkardı ama bu başarıyı taçlandıracak bir zafer ne yazık ki gelmedi. Maçın kısmetsiziyse Wederson’du zira golleri maçtan cımbızla çekip çıkardığınızda sahadaki en düzgün oyunculardan biriydi kendisi ama iki golde de hatasının olması, sanırız övgüden çok eleştiri almasına neden olacak.

İki sene önce Şampiyonlar Ligi gruplarında dört puanla sonuncu olan, geçen seneyse UEFA Kupası’nda son 32’ye kalıp burada AZ Alkmaar’a elenen Fenerbahçe’nin bu yıl Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finale kalması ve Chelsea önünde son ana kadar büyük bir direnç göstermesi gerçekten büyük bir performans sıçraması. Özellikle bu sene edinilen tecrübe ve toplanan puanların, bundan sonraki seneler için büyük getirisi olacak. Artık yapılması gereken, başta Zico olmak üzere bu takımı oluşturan önemli parçaların korunması ve zayıf görünen noktalara, Zico’nun görüşleri doğrultusunda gerekli takviyelerde bulunulmasıdır. Gerisi, orta vadede muhakkak gelecektir.

3 Nisan 2008 Perşembe

Kasparov Değil... ZICO!




Fenerbahçe bu sezon Avrupa’daki müthiş çıkışını dün akşam Chelsea karşısında da sürdürdü. İki senedir İtalya’da doğru dürüst bileği bükülmeyen Inter, Hollanda’da son yıllarda tek takım olma yolunda ilerleyen PSV, son üç sezonun UEFA Kupası şampiyonları CSKA ve Sevilla... Bu takımlar saf dışı bırakıldıktan sonra, bir de Şampiyonlar Ligi şampiyonu olabilmek için adeta bir servet harcayan Chelsea devriliyorsa, elde edilen başarının hiçbir şekilde basite indirgenmemesi lazım. Ne yazık ki biz bu başarının mimarlarının hakkını teslim etmek yerine, az önce niteliklerini kabaca saydığımız takımlara “takım değil” demekle, Fenerbahçe üç gün sonra Kayseri önüne tek santrforla çıkınca “tek forvet, çift forvet” geyiği yapmakla uğraşacak, olur da altı gün sonra Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi macerasını Stamford Bridge’de noktalarsa da -ki gerçekçi olmak gerekirse kuvvetle muhtemel- bunu bir başarısızlık gibi göstermeye çalışacağız. Maalesef böyle hastalıklı bir halimiz var.

Maça gelecek olursak... Fenerbahçe’nin bu sezonki en büyük kazanımı, tarihinde belki de ilk defa çok iyi iki beke, Roberto Carlos ile Gökhan Gönül, sahip olmasıydı. Ancak bu maçta biri sakatlık, diğeri de kart cezası nedeniyle forma giyemiyordu. Onların yerine oynayan Wederson ile Önder’in defansif açıdan üzerlerine düşeni yaptıkları söylenebilir ama ofansif açıdan bakıldığında Fenerbahçe’nin hücumcu beklerini kullanamaması, oyunun başından itibaren rakip yarı sahada elinin kolunun fazlasıyla bağlanmasına neden oldu. Hele bir de maçın başlarında Deivid kaleleri şaşırınca, içine düşülen durumun zorluğu bir kat daha artmıştı. Bu golle ilgili söylenecek çok fazla bir şey yok. Herhalde Şampiyonlar Ligi tarihinde ilk defa bir takım bir sezonda kendi kalesine bu kadar çok gol atıyor.

Fenerbahçe’nin Zico döneminde en çok yapmaya çalıştığı şey, ayağa bol pas. Bu şekilde oyunun kontrolünü ele geçirip, rakip savunma arasında boşluk arıyorlar. Fakat Chelsea’nin orta sahasında Lampard-Ballack-Essien gibi oyunu her iki yönüyle de kusursuz oynayan, top rakipteyken de hamle zamanlamalarını çok iyi yapabilen bir üçlü olunca, sarı-lacivertliler bu oyun anlayışını sahaya yansıtmakta çok zorlandı ve yaptığı ardışık pasların sayısı da, genel ortalamasının bir hayli altına düştü. Böylece Fenerbahçe, rakibinin üzerine göbekten de gidememeye başladı.

Takımın bir hücum çıkmazına girdiği bu dönemde en büyük artısı, savunmada diri kalmasıydı. Aurelio-Maldonado ikilisi, Chelsea’nin göbekteki o korkunç üçlüsünün Fenerbahçe kalesine fazla yaklaşmalarına fırsat tanımadılar. Essien’in direkten auta giden bir şutu haricinde bu cenahtan pek bir tehlike gelmedi. Beklerdeki Wederson ile Önder de, karşılarındaki Joe Cole ile Malouda’ya fazla açık alan bırakmayınca, Mavilerin en ilerde yalnız kovboy pozisyonuna düşen oyuncusu Drogba’nın Edu-Lugano arasındaki etkinliği asgari düzeye düştü. Aslında bu haliyle bakıldığında, artık “uğursuzluk” sözünden başka bir açıklama getiremediğimiz o ilk golü bir kenara koyacak olursak, oyun kilitlenmiş durumdaydı.

İkinci yarının başlarında da bu kilitlenmişlik hali devam edince Zico, Kasparov’u andıran bir hamle yaparak, Uğur Boral’ı çıkarıp Kazım’ı sürdü sahaya. Bunu tamamlayıcı olarak da Deivid’i sola çekip, Kazım’ı sağa yerleştirdi. Deivid’in, eskilerin “sol iç” diye tabir ettiği biçimde oynatılmaya başlanmasının tek bir açıklaması vardı: rakip ceza sahası içinde etkili olunamadığını gören Zico, Chelsea kalesini, takımın uzaktan en etkili şut atan ismiyle yoklamak istiyordu. Kazım ise takımın en fuleli oyuncularından biriydi ve onun varlığı da defansın arkasına adam kaçıramama hastalığını yenebilmek için bir ilaç olabilirdi.

Zico’nun bu hamlesi, 10 dakika içinde meyvesini verdi. Aurelio’nun defansın arkasına attığı aşırtma pasa Kazım çok iyi yetişti ve Cudicini’yle karşı karşıya kaldıktan sonra da golü atmakta zorlanmadı. 1-1’den sonra yine dengede giden bir oyun vardı. Arada bir anlık boş bulunma sonucunda Chelsea maçtaki en ciddi pozisyonunu Ballack’ın cepheden şutuyla bulsa da, Volkan devreye girip çok kritik bir kurtarışta bulundu. Onun haricinde Drogba’nın uzak doksana plase yapma çabalarını gördük ama bu şutlar hedefin kıyısından dahi geçmedi.

Fenerbahçe, maçın son bölümünde ilk bir saatlik periyoda nazaran daha girişimci oynamaya çalışsa bile, hâlâ önemli bir pozisyon üretemiyordu. İşte bu noktada da Zico’nun Deivid’i sol iç gibi oynatması, sonucu belirleyen faktör oldu. Deivid, o koridorda yüzünü kaleye döndüğü zaman ne denli tehlikeli bir oyuncu olabileceğini kanıtlayarak harika bir füze gönderdi Chelsea kalesine ve takımını galibiyete taşıdı. Tabii tekrar vurgulamakta fayda var, galibiyetin baş mimarı, maç içerisinde en doğru teşhisi koyup, bu doğrultuda en etkili tedaviyi uygulayan Zico’dur. Türkiye’ye geldiği günden beri teknik adamlık performansı sürekli yükselen Zico, dün bir basamak daha yukarı çıkmış, Fenerbahçe’yi de kendisiyle birlikte o yüksekliğe çekmiştir.

Fenerbahçe’nin rövanşta ne yapacağı, bu noktada büyük resme bakıldığında çok da önemli değil aslında. Fenerbahçe için artık orta vadede yapılması gereken en kritik hamle, Zico gibi bir futbol profesörünü kazanmışken, Zico’nun takımının daha iyi yapılandırılabilmesi için, sezon sonunda en sağlıklı takviyeleri yapmak. Gerisi muhakkak gelecektir. Tabii bu uzun vadeli planlarda bir de 2012-2013 gibi bir son kullanma tarihi olacağını unutmadan hareket etmek gerekiyor. Zira Brezilya’nın ev sahipliğini yapacağı 2014 Dünya Kupası’nda, takımın başında Zico’nun olma ihtimali artık çok çok fazla.