31 Ocak 2010 Pazar

Parlamadan Sönen Yıldızlar - I

John Salako

Çocuk yaşta ailesiyle birlikte İngiltere’ye gelen Nijerya doğumlu Salako, Crystal Palace altyapısından yetişmiş ve 17 yaşında Palace’ın A takımına da yükselmeyi başarmıştı. 1980’lerin sonunda forvetteki Ian Wright-Mark Bright ikilisiyle fırtına gibi esen Palace’ta genç sağ açık da oynadığı futbolla söz konusu ikiliden sonra belki de en çok göze batan isim oluyordu.

Crystal Palace bu yıldızların büyük katkısıyla 1990 yılında FA Cup’ta Manchester United’a karşı final oynamıştı. Normal süresi 2-2 biten maçta uzatmalarda Ian Wright Palace’ı 3-2 öne geçirmiş ancak bitime yedi dakika kala Mark Hughes skoru yeniden eşitlemiş ve beş gün sonra oynanan tekrar maçını da United 1-0 kazanmıştı. Palace asıl büyük çıkışınıysa ertesi sezon gerçekleştirdi ve ligi üçüncü sırada tamamladı. Salako o dönemde İngiltere Milli Takımı’na da seçilmeye başlamıştı ve ülkenin en önemli genç sağ kanat oyuncularından biri olarak gösteriliyordu.

Fakat peri masalı tam da bu noktada sona erdi. 1991 yazında Ian Wright Arsenal’a transfer olunca Palace büyük bir güç kaybına uğramıştı zaten. Ardından 1991-92 sezonunun başlarında Salako dizinden sakatlandı ve uzun bir süre sahalardan uzak kaldı. Sonrasında 1992 yazında da Mark Bright Sheffield Wednesday’e gitti. Crystal Palace artık küme düşmemeye namzet bir takımdı ve sakatlıktan dönen Salako da o takımın etkisiz elemanlarından biriydi. Üç sene sonra Coventry City’ye transfer oldu ama orada da dikiş tutturamadı. Sonrası bir Evliya Çelebi hikayesi... Bolton, Fulham, Charlton, Reading gezdi durdu ki bu takımlar onun oynadığı yıllarda genelde Premier Lig’de mücadele de etmiyordu. Hayalkırıklıklarıyla dolu kariyeri 2005 yılında üçüncü kademe takımlarından Brentford’da son buldu.

30 Ocak 2010 Cumartesi

Ferrara'dan Ne Farkı Var?




Juventus’un bu sezon yaşadığı hayalkırıklığının ilk kurbanı sabık teknik direktör Ciro Ferrara oldu. Yerine de sezon sonuna kadar Alberto Zaccheroni getirildi. Zaccheroni gelmeden, daha doğrusu Ferrara kovulmadan çok önce, Rusya Milli Takımını çalıştıran Guus Hiddink’in Siyah-Beyazlılarla flört ettiği haberleri İtalyan basınında sıkça yer almıştı. Ancak bu dedikoduların devamı gelmedi. En son söylentilerse, Juve’nin Liverpool menajeri Rafa Benitez’i istediği yönündeydi ki Benitez’in İngiliz basınına yaptığı açıklamaların satır aralarında sanki önümüzdeki sezon böyle bir şeyin olabileceğini ima etmesi ve Zaccheroni ile de sadece sezon sonuna kadar anlaşılması, iddiaların altının çok da boş olmadığının bir göstergesi...

Bu noktada benim komiğime gidense şu: Juventus Ferrara’yı niye gönderdi? Ligde şampiyonluk yarışına erkenden havlu attıkları, Şampiyonlar Ligi’nde grupta üçüncü olup Avrupa Ligi ile yetinmek zorunda kaldıkları ve İtalya Kupası’ndan da elendikleri için. Peki Benitez bu sene Liverpool’da ne yaptı? Ligde şampiyonluk yarışına erkenden havlu attı, Şampiyonlar Ligi’nde grupta üçüncü olup Avrupa Ligi ile yetinmek zorunda kaldı ve Federasyon Kupası’ndan da elendi.

Juventus yöneticilerine hayırlı işler diliyorum...

Babalar ve Oğullar - I

Anthimos & Michalis KAPSIS

Yunan Futbolu’nun kulüpler düzeyinde yaşadığı en büyük başarı, Panathinaikos’un 1971’de Şampiyon Kulüpler Kupası’nda final oynaması... Sahadaki isimlerden biri de baba Kapsis… Yunan Futbolu’nun milli takımlar düzeyindeki en büyük başarısıysa Euro 2004’teki mucizevi zafer... Ve bu kez de sahadaki isimlerden biri oğul Kapsis… İki ayrı dönem, iki destansı başarı, iki defans oyuncusu… Biri baba, diğeri oğul… On milyonluk küçük bir ülke, futbolda böylesine büyük iki başarı elde ediyor ve bir baba-oğul da bunları güzelce paylaşıyor… Kapsisler’in başarısı için “ikinci bir örneği yok” dersek mübalağa etmiş olmayız herhalde.

29 Ocak 2010 Cuma

Şiir Sanatı Olarak Hard'n'Heavy - I



FORTUNES OF WAR
(Steve Harris)

After the war
and now that they've sent us homeward
I can't help but feel that I'm on my own
No one can see
just what this conflict has done to
The minds of the men
who are on their way home

I'm scarred for life but
it's not my flesh that's wounded
So how can I face the torment alone
The vivid scenes
and all the recurring nightmares
I lay there and sweat until it gets light...

People say 'don't worry'
Say that time's a perfect healer
That the nightmares they will come to pass
Can't hear what they're saying
I am living in my own world
And I'm feeling trance-like all the time

I hear voices in my head
Could I really be going crazy
In the night the visions seem so real
Do you care if you live or die
When you laugh are you really crying
You're not sure what's real anymore

Fortunes of war
Fortunes of war
Fortunes of war no pain anymore
Fortunes of war
Fortunes of war
Fortunes of war no pain anymore

Sometimes I wake
I feel that my spirit's broken
I wonder if I've the strength... carry on

CARRY ON

Kubilay Uygun* Bile Bu Kadarını Yapmamıştı!




-1999 Ocak’ta Joachim Löw’le ligin ilk yarısını lider bitirdiği için mevcut sözleşmeni uzat, Mayıs geldiğinde ve lig üçüncü sırada tamamlandığında da o sözleşmeyi tek taraflı olarak feshet...

-2001 Mayıs’ta Şansal Büyüka ile Maraton Özel programına çıkıp “başkanlığı bırakıyorum” de, bir hafta sonra “gitmemem için çok baskı var” diyerek kararından vazgeç...

-2001 yılının sonlarına doğru Mustafa Denizli için birkaç defa “hocamızın arkasındayız” de, bu demeçlerin sonuncusundan birkaç gün sonra Denizli’nin görevine son ver...

-2002 yılının sonlarına doğru Werner Lorant için birkaç defa “hocamızın arkasındayız” de, bu demeçlerin sonuncusundan birkaç gün sonra Lorant’ın görevine son ver...

-2006 Mayıs’ta bir kez daha “başkanlığı bırakıyorum” de, birkaç hafta sonra yine “gitmemem için çok baskı var” diyerek kararından vazgeç...

-2005’te şampiyon olunca iki yıllık sözleşme yaptığın Christoph Daum’la 2006’da şampiyonluk kaçınca yollarını ayır... Daum’un gidişiyle ilgili “kendi gitmek istedi” de, ancak aynı dönemde kendinin de aynı şekilde gitmek istediğini ve sonra fikir değiştirdiğini unut, en hafif tabiriyle Daum’un gitmesine seyirci kal...

-2006 yazında, daha önce “Fenerbahçe adını pazarlamayız” yönünde açıklamalar yapmana rağmen basketbol takımının adının sponsorluk karşılığında “Fenerbahçe Ülker” olmasına müsaade et...

-2007 Nisan’da “önümüzdeki yıldan itibaren Türkiye Kupası’na PAF takımla katılacağız” açıklamasını yap, ertesi sezon ilk Türkiye Kupası maçına tam kadro çık...

-2008 Mart’ta, bir yılı aşkın süredir toplantılarına iştirak etmediğin Kulüpler Birliği Vakfı’na, başkanlık vaat edilince bir anda geri dön...

-2008 Temmuz’da Luis Aragones ile iki yıllık sözleşme yap ve bu esnada Aragones’ten “bugüne kadar çalıştığım teknik adamlar içinde kafaca en uyuştuğum kişi” diye bahset, sezon sonunda Aragones’i yüklü bir tazminat ödeyerek gönder...

-2009 Haziran’da, üç sene önce arkasından baktığın Christoph Daum’u kurtarıcı olarak geri getir...

-2009 Aralık’ta “Bugün itibarıyla Kulüpler Birliği Başkanlığı’nı bırakıyorum” de, aradan iki ay geçmeden yeniden Kulüpler Birliği Vakfı Başkanı seçil...



*Zamanında DSP’den Afyon milletvekili olarak meclise giren ve sonrasında “DYP-DSP-ANAP-DTP-MHP-Bağımsız” rotasında seyreden ex-mebus...

Nicelik mi Nitelik mi?




Fenerbahçe Sportif Direktörü Aykut Kocaman dün “olağanüstü” bir durum olmadığı müddetçe transfer yapmayacaklarını ve kadrolarına güvendiklerini açıkladı. Geçen sezonun başında da Başkan Aziz Yıldırım, 2007-2008 sezonundaki kadronun “yürüye yürüye” şampiyon olabilecek potansiyelde olduğunu düşündüğünü belirtmişti.

Kulübün en üst düzeydeki yöneticilerinde böylesine bir güven oluşturan kadro gerçekten bu güveni hak ediyor mu peki? Veya şöyle bir soru da sorabiliriz, söz konusu yöneticiler, neye dayanarak eldeki kadroya bu denli güveniyor?

Fenerbahçe’nin şu anki kadrosu iki adet 11 çıkaracak durumda. Güvenilen nokta buysa çok ciddi bir yanılgıyla karşı karşıyayız demektir. Zira Sarı-Lacivertlilerden iki 11’in çıkması tamamen niceliğe dayalı bir durum... Bunu görmek için isterseniz gelin, takımın bu sezon tercih ettiği oyun şablonu üzerinden asıl 11 ve yedek 11’e bakalım:


Asıl 11

---------------------------Volkan D.----------------------

---Gökhan G.-------Lugano--------Bilica-------Santos---

----------------------------Cristian-----------------------

---------Topuz--------------Emre--------------Özer-----

------------------------------Alex------------------------

-----------------------------Güiza------------------------


Yedek 11

-------------------------Volkan B.------------------------

---Ali Bilgin-------Önder--------Bekir-------Vederson---

---------------------------Deniz--------------------------

------Deivid--------------Selçuk--------------Uğur------

---------------------------Semih-------------------------

-------------------------Gökhan Ü.-----------------------


Asıl 11, ligin zirvesini hak eden bir 11. Zaten Fenerbahçe’nin şu an bulunduğu yer de orası. Ancak yedek 11 ayrı bir takım olarak ligde mücadele etse bulunacağı nokta neresi olur? İlk 10’da kendine yer bulabilir mi bu takım?

Eğer bu soruya gönül rahatlığıyla “evet” denilmiyorsa demek ki nitel açıdan bir eksiklik var ortada. Oyunculara tek tek bakıldığında da gerçekten bazıları için ciddi soru işaretleri karşımıza çıkıyor.


Volkan Babacan: 2005 yılında dünya dördüncüsü olan U17 takımının bence en çok “sırıtan” oyuncusuydu. Dünya şampiyonasında Brezilya’ya 4-3 kaybedilen yarı-final maçında da yediği 4 golden 3’ü korkunç hatalar içeriyordu. Fenerbahçe’de daha çok Türkiye Kupası maçlarında şans buldu ve Beşiktaş ile oynanan finalde yine olmayacak goller yedi. Pozisyon bilgisi çok kötü, yediği hatalı gollerdeki temel neden bu...

Ali Bilgin: Fenerbahçe’ye gelmesi bile tuhaftı. Sağ kanat oyuncusu olarak alındığında Antalya’da koca sezonda tek bir asist yapabilmiş bir oyuncuydu. Fenerbahçe’de de akıllarda kalan herhangi bir şey yapamadı ama buna rağmen bu gidişle üçüncü sezonunu dolduracak.

Önder Turacı: 2004 yılında geldi ve aradan neredeyse altı yıl geçmesine karşın en ufak bir ilerleme kat edemedi, aksine geri gitti. Özellikle rakiple bire bir kaldığında akıl almaz hamle hataları yapıyor. Bunların üstüne bir de disiplinsizliği eklemiş ve kadro dışı kalmıştı ki adam yokluğundan telaşla affedildi.

Bekir İrtegün: Önder Turacı’yı arka plana itebilecek bir alternatif dahi oluşturamadı.

Deivid de Souza: 2008’deki Avrupa başarısının mimarlarından. Takımda özellikle Alex’in zekasını kavrayabilen başlıca isim. Ancak sakatlıkların da etkisiyle 1.5 senedir ortalarda yok.

Selçuk Şahin: Önder’den de beter zira o fazladan bir senedir takımda ama bir gıdım ileri gidememe hatta gerileme durumu onda da mevcut. Topu ayağına aldığında ne yapacağına karar verene kadar gündüzler gece oluyor.

Uğur Boral: Malum Sevilla maçlarını telekineziyle falan ilgilenen birilerinin açıklaması gerekecek herhalde zira geriye dönüp bakınca o maçlarda Uğur Boral’ın yaptıkları son derece paranormal olaylar olarak görünüyor. Kariyerinde o iki maç haricinde ne yaptığını da kimse bilmiyor zaten.


Evet, hal böyleyken Fenebahçe’nin nitelik bakımından gerçekten yeterli bir kadrosu var mı? Böyle bir kadroya takviye yapılması için hakikaten olağanüstü birtakım şeylerin mi olması lazım yoksa bu kadronun takviye edilmesine gerek görmemek olağanüstü durumu ta kendisi mi?

28 Ocak 2010 Perşembe

Aman Basın Duymasın!




Son birkaç yıldır böyle bir tuhaflık girdi hayatımıza. Transfer yaparken oyuncuyu, menajerini ve kulübünü ikna etmek için çaba harcamak yetmiyor, bir de basını atlatmak için uğraşılıyor. Bu alanda başı çeken kulüp ise Fenerbahçe... Kulübün resmi internet sitesine girdiğiniz zaman en çok bilgi edineceğiniz husus “transferde hangi futbolcularla ilgilenilmediği” oluyor.

Ara sıra yabancı takımların internet sitelerine baktığımızda hiç böyle yalanlamalarla karşılaşmıyoruz. Dahası bazı takımlar internet sitelerine “rumours” (söylentiler) diye bir bölüm koyup basında kendi takımlarıyla ilgili çıkan transfer spekülasyonlarına yer veriyor. Hatta taraftarlar bu söylentiler üzerinde yorumlarda da bulunabiliyor ve kulüp yetkilileri bu şekilde taraftarın nabzını da tutabiliyor.

Taraftarın fikrini alma kısmı Türkiye gibi saçma sapan işler yapmak için internette vakit geçirmeye meraklı adamların kol gezdiği bir ülkede (bkz: sırf sidik yarışı hevesine abuk sabuk oylamalara binlerce kişi yüklenmek) henüz pek mümkün görünmüyor, zaten asıl değinmek istediğimiz nokta da bu değil. Kafamızın takıldığı nokta “transfer çalışmalarının basına sızmasının gerçekten o çalışmayı sekteye uğratacak kadar kritik olup olmadığı.”

Transferde FIFA kuralları gereği izlenecek yol belli. Önce oyuncunun kulübüyle görüşülecek, makul bir sözleşme fesih tazminatında anlaşılacak (Bosman yasası öncesinde buna bonservis bedeli deniyordu). Bu noktada basında çıkan dedikoduları Fenerbahçe yönetimi geçmişte “oyuncunun fiyatını arttırdığı” gerekçesiyle tenkit etmişti. Peki gerçekten öyle midir? Mesela Mehmet Topuz’un transferi için Kayserispor’la görüşüyorsunuz, görüşmeler sürerken Recep Mamur bir sabah gazeteyi eline alıyor, bir de bakıyor ki “Topuz Fener yolunda” diye bir başlık. Bunun üzerine Mamur’un Aziz Yıldırım’a telefon edip “haber basına yansıdı, yüzde 50 artış talep ediyoruz” demesi hangi mantığa sığar?

Diyelim ki basında transfer çalışmalarının yürütüldüğünün söylenmesinden ziyade, bu çalışmalarda konuşulan meblağların çok üzerinde paralardan bahsedilmesi işi zora sokuyor. Yine mantıksız... Bir kulüp yöneticisi, lafın gelişi 5 milyon euroya almaya çalıştığı ve karşısındakilerle bu yönde pazarlığa giriştiği bir oyuncu için gazetecilere gidip “aslında 10 milyon vereceğim ama spor olsun diye pazarlık ediyorum” der mi? Belli ki o noktada da gazeteciler yalan haber yapıyor işte. Yalan olduğu belli bir haber nasıl etkilesin transfer piyasasını?

Açıkçası bu yalanlama mekanizmasının ardında söylenmek istenenler aslen şunlar:

1- Adı geçen oyuncuyu aslında almaya çalıştık ama alamadık
2- Adı geçen oyuncuyu almak gibi bir niyetimiz yok ama başka birini alacağımız da yok

Bu mesajlar açık açık verilemediği için malum yalanlama mekanizması devreye giriyor. Tabii bir de bazı yöneticilerin bazı gazetecilerle aralarında birtakım kişisel husumetler var, bazen de sırf bu yüzden o gazetecilerin yazdığı haberlerin yalanlanmasına ihtiyaç duyuluyor.

Cem Yılmaz’ın bir cips reklamı vardı, sahte cips üretmeye çalışan madrabaz yakalanınca filmin sonunda “olay medyaya yansımasaydı...” diyordu. Bizim futbol yöneticilerimizi görünce direkt aklıma o reklam filmi geliyor!

Web Sitesi Editörlüğü




Güzel yurdumda ne denli haybeye meslekler olduğunun kanıtı bir görüntü. Bir yanda “Nonda’nın sözleşmesi tek taraflı feshedilmiştir” haberi, diğer yanda Galatasaray dergisi reklamı ve Nondalı kapak...

Futbola En Elverişsiz Coğrafya

Başlığa bakıp da Şili’deki Atacama Çölü’nün ortasına kurulmuş San Pedro de Atacama kasabasından veya Kuzey kutbunun yanı başında yer alan Svålbard adasındaki Longyearbyen kentinden bahsedeceğimi zannetmeyin sakın. Zira bunlar topu topu birkaç bin insanın binbir güçlükle tuhaf bir yaşam sürdükleri istisnai yerler. Oysa ben ufak bir kentten ziyade, üzerinde 70 milyon insanın yaşadığı büyük bir ülkeden bahsedeceğim. Evet, son ipucunun ardından kolayca tahmin edilebileceği üzere değineceğim ülke Türkiye...

Türkiye’nin neden futbola elverişsiz bir coğrafya üzerine kurulduğuyla ilgili ayrıntılara girmeden önce, Avrupa’nın genelinde futbol sezonlarının nasıl şekillendiğini hatırlamakta fayda var. Bu açıdan Avrupa’yı üç grupta inceleyebiliriz. Birinci grupta Norveç, İsveç, Finlandiya, İzlanda, Rusya, Estonya, vs. gibi hayli kuzeyde yer alan ve bu yüzden çok uzun ve soğuk kışlar yaşayan ülkeler yer alıyor. Bu ülkelerde, söz konusu kış şartlarıyla boğuşmak zorunda kalınmaması için ligler genelde Kasım ayı içinde sona eriyor. Liglerin başlangıç tarihiyse Mart sonuna ya da Nisan başına denk geliyor zira bu coğrafyada yazlar hayli ılık, hatta serin geçtiğinden yazın futbol oynanmasıyla ilgili bir sorun yok. Dolayısıyla Nisan’dan Kasım’a uzanan futbol sezonları tercih ediliyor.

İkinci grupta İspanya, Yunanistan, Portekiz, İtalya, İsrail ve Kıbrıs gibi ülkeler var. Bu ülkelerde de kışlar genelde ılık geçerken yazları kavurucu sıcaklar yaşanıyor. Böylece futbol sezonu Eylül ortasında başlarken kışın liglere en fazla üç hafta ara veriliyor ve Mayıs sonunda da sezon tamamlanıyor.

Üçüncü grupta İngiltere, İskoçya, Hollanda, Belçika, Almanya, Fransa, vb. ülkeler yer alıyor. Bunların ortak özellikleriyse ne çok sert kışların, ne de çok sıcak yazların yaşandığı ülkeler olmaları. Kısacası bu memleketlerde futbol sezonunu istediğiniz şekilde programlayabilirsiniz.

Türkiye’ye baktığımızdaysa ülkemizin bu üç kategorinin de dışında kaldığını görmekteyiz. Aslında öncelikle haritaya gelişigüzel göz attığımızda, bir Güney Avrupa ülkesi olan Türkiye’nin Yunanistan ve İspanya’nın bulunduğu ikinci gruba uygun olduğunu düşünebiliriz. Ancak Küçük Asya’nın sahip olduğu bir özellik var ki bu noktada işleri tamamen karıştırıyor: Yüksek Rakım.

Türkiye ortalama 1100 metrelik bir rakıma sahip. Bu alanda Ermenistan’dan (ort. 1800 metre) sonra Avrupa’nın en yüksek ülkesi. (Dağlarıyla meşhur İsviçre’de bile bu ortalama 900 metrede kalıyor) Sadece deniz seviyesinden yukarı doğru çıkılan her 200 metrede 1 derecelik ısı farkı yaşandığı hesaplandığında bile Türkiye’nin kendisiyle aşağı yukarı aynı enlemler arasında yer alan komşusu Yunanistan’dan ortalama 5 derece daha soğuk bir ülke olduğu tespiti yapılabilir. Yükseklere çıkıldıkça basıncın azaldığı, böylece daha çok ısı kaybının yaşandığı ve donma derecesinin de arttığı dikkate alındığındaysa Türkiye’de ne denli çetin kış koşullarının hüküm sürdüğü görülebilir.

Bu kadarla kalsa iyi... Türkiye geniş bir yüzölçümüne sahip olduğundan ülkenin büyük bir kesiminde karasal iklim hâkim. Dahası, Kuzey Anadolu Dağları ve Toroslar, Karadeniz ve Akdeniz’e paralel uzandıkları için iç kesimlerdeki karasal iklimin etkisi iyice artmakta. Tüm bunların sonucunda gerçekten sıradışı olarak tanımlanabilecek kış şartlarıyla karşılaşıyoruz Türkiye’de. Mesela bu yazının yazıldığı saatlerde Erzurum’da sıcaklık -35 derece!!! 70. paralelde yer alan Norveç’in Tromsø kentindeyse bugüne kadar ölçülmüş en düşük sıcaklık -20.1 derece!!! Hatta yazının başında bahsi geçen 78. paraleldeki Longyearbyen’de bile rekor -40 dereceymiş, Türkiye rekoruysa Van-Çaldıran’a ait, -46.4 derece, düşünün vaziyeti!!!

Sorun sadece kış soğuklarıyla kalmıyor. Türkiye aynı zamanda Avrupa’nın en sıcak ülkelerinden de biri. Güneydoğu Avrupa’dan Ortadoğuya doğru uzanması ve çöl sıcaklarına açık olması bu noktada başlıca etken. Mardin-Kocatepe’de 48.8 derece ölçülmüş bir sıcaklık var kayıtlarda, daha ne olsun?

Zaten bu özellikler nedeniyle her sene Ağustos’ta futbol sezonu açıldığında dili beş karış dışarı çıkan futbolcuları, hatta sahada koşturan o garibanları geçtim, tribünlerde peş peşe bayılan taraftarları görmüyor muyuz? Yine aynı şekilde zemheride bembeyaz bir sahada güç bela top tepmeye çalışan, kulakları ve burunları kıpkırmızı kesilmiş futbolcularla tribünlerde ayak parmaklarını hissetmeme noktasına gelen taraftarlar da bizden değil mi?

Aslında normalde Türkiye’de Eylül ortasından Aralık ortasına ve Mart ortasından Haziran ortasına kadar olmak suretiyle toplam altı ay futbol oynanabilir. Onun dışında maalesef futbol oynamaya hiç ama hiç elverişli bir coğrafyamız yok. Tabii “sadece altı ay futbol oynanmalı” denecek de değil bu noktada. Sonuçta öyle ya da böyle yıllardır Ağustos başından Aralık sonuna ve Ocak sonundan Mayıs sonuna kadar süren bir lig modeli var ülkede. Bunu değiştirmeye, hele hele sezonu kısaltarak değiştirmeye kalkışırsanız ilk başta kapitalist futbol ekonomisi karşınıza çıkar ki işin o kısmı apayrı bir felaket. Sermaye insan hayatından daha önemli kabul edildiği için şu şartlar altında asla üstesinden gelinemeyecek bir sorun...

Peki, yapılacak hiçbir şey yok mu? Bence üzerinde düşünülürse bu sorun ortadan kaldırılmasa bile en azından hafifletilir. Öncelikle bölgesel uygulamaların olduğu alt liglerde Doğu Anadolu ve İç Anadolu’daki illerde sezonun uzun arası kışın, kısa arası yazın verilebilir. Benzer biçimde Ege, Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde de sezon Eylül sonunda başlar, kışın 2-3 haftalık bir aranın ardından Mayıs sonunda bitebilir.

Yurt çapında oynanan Süper Lig ve 1. Lig’e gelince... Burada da fikstür çekildikten sonra, söz konusu aşırı soğuk ve sıcak bölgelerde yer alan takımların maçlarında iç saha dış saha değişikliklerine gidilebilir. Örneğin sezonun ilk haftasında Gaziantep-Galatasaray maçı mı çıktı? Bunu 18. haftadaki Galatasaray-Gaziantep maçı ile değiştirirsin. 1. haftada Antep’in sıcağı yerine İstanbul’da daha tahammül edilir bir havada oynar takımlar, 18. haftada da gider Antep’te maçlarını oynarlar. Aynı şekilde 19. haftada, yani Ocak ayının sonunda bir Sivas-Fenerbahçe maçı mı var? Onu da 2. haftada, Ağustos ortasında Sivas’ta oynar takımlar, 19. hafta geldiğinde de Sivas’takinden en az 10 derece daha sıcak olan İstanbul’da karşı karşıya gelirler. Bu tip uygulamalara gidilse hem sporcu sağlığı çok daha az tehdit altında olur, hem de statlara maç seyretmek için daha çok seyirci gelir.

Ancak bizde böyle bir uygulama, hayata geçirilmesini bırakın düşünülmez bile. Çünkü sorunların ancak yumurta kapıya dayandığı zaman farkında olan ve iş işten geçtikten sonra da olanı biteni çabucak unutan bir milletiz. 45 derece sıcaklıkta adamın biri beyin kanamasından gitse en fazla bir hafta “bu işlerin değişmesi lazım, vah vah tüh tüh” deriz, sonra biri çıkar “yahu onca topçu oynadı bir tek bu adam öldü, demek onda sorun varmış” der, bir başkası “son 50 yılın en sıcak günüydü o gün, 50 yıl daha böyle bir şey olmaz” der, aynı tas aynı hamam devam ederiz. Kış geldiğinde de “yoğun kar yağışı nedeniyle” maç tehir ederek idari maslahatgüzarcılığa soyunuruz.

Vah benim insanım, vah benim memleketim, vah futbol vah...