26 Ocak 2008 Cumartesi

Artık Hepimiz Basketbolsever Oluruz (!)

Birkaç yıl öncesine kadar kendi ligimizdeki kısır mücadeleye bakmakla yetinirdik. Mevzubahis ecnebilerin futbol müsabakaları olunca kırk yılın başı belki Real Madrid-Barcelona maçı için ekran karşısına otururdu insanımız. Haklarını yemeyelim bir de dünya kupası maçlarına bakarlardı, özellikle de Brezilya’nınkilere. Ne de olsa TRT’nin tek kanal olduğu ve öpüşme sahnesinden azıcık fazlasına teşebbüs edildi mi hemen makasların konuştuğu bir memlekette Brezilya maçları sırasında tribündeki Brezilyalı hatunların kameraları görünce üstlerindeki bikiniyi çıkarması ve maç naklen yayınlandığından bunlara makas işlememesi, erkekler için velinimet durumundaydı.

İnsanımızın futbola ilgisi bu kadar kıtken birkaç sene önce İddaa’nın ortaya çıkmasıyla işler değişti. O güne kadar hayatında üç tane yabancı maç izlememiş ve bir sayfa dahi kitap okumamış birçok avarenin bir anda oturup saatlerce sayfalar dolusu bülten hatmettiğini, sonra da televizyonun verdiği bütün yabancı maçlara kilitlendiğini görmeye başladık.

Futbol sevgimiz nasıl birdenbire böylesine depreştiyse sanırım yakında da cümbür cemaat basketbolla yatıp kalkmaya başlayacağız. Zira geçenlerde duyduğuma göre artık basketbol da İddaa kapsamına girecekmiş. Gazeteler basketbola daha fazla yer ayıracak, TVler Avrupa liglerinden basketbol maçları vermeye başlayacak, basketbol dergilerinin tirajı artacak, hatta ekranlarda Macaristan ikinci basketbol ligindeki maçlar hakkında yorumlar yapmaya başlayan “basketbol profesörleri” peyda olacak.

Nasıl? “Av lav dis geym” mi dediniz? Vay anasını, bu kadar çabuk olacağını ben bile beklemiyordum. Efendim? Yok abi, ben anlamam Macaristan basketbolundan, daha bunu "iddaa" edecek kadar kendimi kaybetmiş değilim çok şükür!

En Doğru Yere Gitti

Tümer’in askerlik durumunu ve bu yüzden yaptığı tercihi tartışmayacağım. Sadece yurtdışına gitmesi kesinleşmiş birisinin bu noktadan sonra gideceği takım üzerinde yaptığı tercihi değerlendireceğim.

Tümer’in önünde Almanya’da küme düşmemeye oynayan bir takıma veya Belçika ile Yunanistan’da vasat durumdaki takımlara gitme seçenekleri vardı. Tümer 24 yaşında olsa Almanya’yı mutlaka denemesi gerekirdi, çünkü Bundesliga bir vitrin olarak Belçika ve Yunan liglerinin toplamından daha fazla yer işgal ediyor futbol dünyasında. Ancak 34 yaşındaki Tümer’in artık vitrine çıkıp daha büyük bir takıma gitme gibi bir şansı zaten yok. Dolayısıyla özel olarak bir ligi tercih etme durumu da yok. Eh, takımlar da çok çok iddialı takımlar değiller. Haliyle bir takımı diğerinden cazip kılan bir durum olduğu da söylenemez.

Vaziyet buyken Tümer’in tercihinde etkili olacak yegane faktör “ülke” idi. İnsanları soğuk, donuk, aşırı ciddi olan; futbolun da fazlasıyla profesyonelce oynandığı Almanya ve Belçika yerine insanları sıcak, neşeli, lakayt olan; amatör futbol ruhunun da henüz ölmediği Yunanistan’ı tercih etti Tümer. İnsanlardan bıkıp illa dertleşebileceği bir gurbetçi aramasına gerek kalmayacak, yerli halkın hal ve tavırlarına baktıkça kendisini uzaylı görmeyecek, hatta tam tersine evinde gibi hissedecek. Hatta muhtemelen dedesinden Türkçe birkaç kelime öğrenmiş bir Yunanlı onun yanına gelip büyük bir hevesle “kerata, hergele, pezevengi” diye bildiklerini sıraladığında efkarlıysa bile birden basacak kahkahayı, neşesi yerine gelecek. Bunlar çok güzel ve bir o kadar da önemli ayrıntılar bence.

Takımın durumuna da azıcık değinecek olursak... Çok da palavradan bir takım diyemeyiz Larissa için. 20 yıl önce kazandıkları bir şampiyonlukları var ve Yunanistan’da Olympiakos, Panathinaikos, AEK, PAOK ve Aris haricinde şampiyon olabilmiş tek takımlar. Geçen sene Yunanistan Kupası’nı da kazanmışlardı. Hatta bu vesileyle katıldıkları UEFA Kupası’nın ilk turunda da büyük bir sürprize imza atıp Blackburn’ü elediler ama grup maçlarında melekler daha fazla yanlarında olmayınca sıfır çektiler. İki sene önce de Intertoto’da Kayseri’ye elenmişlerdi. Bizim ligimizde orta sıralarda yer alan Anadolu takımlarına denkler bir bakıma. Kadrolarında eski kaşar statüsündeki Yunan futbolcular Nikos Dabizas ve Stelios Venetidis var. Bir de Championship Manager scoutlarının gelmiş geçmiş belki de en büyük fiyaskosu olan Ibrahima Bakoyoko. Yani Tümer burada kendisi için vasat sayılabilecek bir performans dahi sergilese takımın kahramanı olabilecek şansa sahip. Bunları da hesaba katınca Larissa tercihinin gayet isabetli olduğu konusunda insanın neredeyse hiç şüphesi kalmıyor.

24 Ocak 2008 Perşembe

15 Yıl Oldu...



Gericilerin, yobazların, aydınlığa karşı düzenlediği en kahpece saldırılardan birinin üzerinden 15 yıl geçti. Katiller hâlâ ortada yok. Mumcu’nun hangi güçlere karşı mücadele ettiği belliydi. Ancak suikastın ardından kimse o güçlerin üzerine gitmeye cesaret edemedi. En başta da bunu yapması görevinin bir gereği olanlar... Zaten öncesinde Abdi İpekçi, Turan Dursun, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy da aslen Üç Maymunların kurbanıydılar. Sonrasında Metin Göktepe, Ahmet Taner Kışlalı ve Hrant Dink de aynı Üç Maymunun yüzünden canlarından oldu. İşin kötüsü gidişat değişecek gibi de görünmüyor. 10 sene sonra da muhtemelen “Çeyrek Asır Oldu” başlıklı yazılar yazar, kendi kendimize söylenip durduğumuzla kalırız.

23 Ocak 2008 Çarşamba

Lig Radyo: Euro 2008’e Doğru




Geçen sene bu dönemlerde Lig Radyo’da “Futbol Ansiklopedisi” adlı bir program yapmıştım. Konuları önceden yazılı metinler halinde hazırladığım programın (bir programın metni yaklaşık 30 bin vuruş tutuyordu) bu hazırlama aşaması doğal olarak bir hayli yorucuydu. Programın sunumu da bir o kadar keyifliydi ama Haziran ayında yayın döneminin kapanmasının ardından güz yayın döneminde radyoya ara vermek istedim. Bahar yayın dönemi içinse bu kez kafamda tamamen Avrupa Futbol Şampiyonası’na yönelik bir program yapma düşüncesi vardı. Lig Radyo’nun genel yayın yönetmeni Mehmet Ayan sağolsun önerimi tartışmadı bile. Hatta gün ve saat konusunda da bana en uygun olan seçimi yapmakta tereddüt etmedi, kendisine ne kadar teşekkür etsem azdır. Sonuçta adını “Euro 2008’e Doğru” koyduğumuz program, bir aksilik olmazsa yarından itibaren Avrupa Futbol Şampiyonası başlayana kadar her Perşembe 15.30-17.00 saatleri arasında Lig Radyo’da olacak.

Programın içeriğine gelecek olursak... Denk gelip geçen seneki Futbol Ansiklopedisi programını dinlemiş veya FourFourTwo’daki yazılarıma göz atmış olanlar benim futbolun tarihî kısmına kafayı biraz fazlaca takmış olduğumu görebilirler. Haliyle bu programda da Avrupa Futbol Şampiyonası’nın bütün tarihi, eleme maçları dahil, bütün ayrıntılarıyla incelenmeye çalışılacak. Her bölümde bir turnuvanın hikayesini düşünüyoruz ama ilk programda Avrupa Futbol Şampiyonası’ndan önce Avrupa’da düzenlenen uluslararası turnuvalara odaklanacağız. Tabii iş sadece tarihle sınırlı kalmayacak, programın son bölümünde gündemde Euro 2008 ile ilgili önemli haberler varsa onları da dinleyicilere aktarmaya çalışacağız. Bu son kısım, turnuvaya yaklaştıkça ve haberler arttıkça daha dolu bir kısım olacak. Zaten her bölümde bir Avrupa şampiyonasını ele alacak olursak ve çeşitli nedenlerden ötürü ertelenen bir program olmazsa 24 Nisan’da Euro 2008 elemelerini de halledip tarih defterini kapatacağız, Mayıs ayındaki programlarda daha çok haber, daha çok yorum (dinleyici yorumları dahil) daha çok sohbet olacak.

Ne diyelim, umarız futbol tanrısı yüzümüzü kara çıkarmaz ve tüm Lig Radyo dinleyicileri için keyifli bir program olur.

19 Ocak 2008 Cumartesi

Cüneyt Koryürek 1931 - 2008




Türk Spor Basını en önemli birkaç değerinden birini kaybetti bugün. Atletizmin bu ülkede pek seveni yoktur. Yüz kişiden biri dünya şampiyonalarında, olimpiyatlarda atletizm müsabakalarına dönüp bakıyorsa öpüp başımızın üzerine koyalım. İşte o bir kişi de, o müsabakalara dönüp bakıyorsa bunda en büyük katkılardan biri hiç kuşku yok ki Cüneyt Koryürek’e aitti.

Koryürek’in, özellikle yakın zaman içinde yitirdiğimiz bir başka değer olan Kenan Onuk’la birlikte yaptıkları atletizm sohbetleri sporseverleri mest ederdi. Hicham El Guerrouj’dan girip Sebastian Coe’dan, Haile Gebrselassie’den girip Emil Zatopek’ten çıkmaları, atletizme azıcık ilgi duyanların bile onları hayran hayran seyretmelerini sağlardı.

En önemlisi Koryürek doğru bildiği yoldan hiç şaşmadı hayatı boyunca. Kendisi, Türk basınının en cahil, en yalancı, en çıkarcı sektöründe, en bilgili, en dürüst, en paylaşımcı nadir kişilerden biri oldu. Aksi yönde gidip inanılmaz şöhrete ve paralara kavuşan sahtekarlara inat o, gönlünü gerçek spor sevgisiyle zengin tutup bu erdemi karınca kararınca gençlerimize de aşılamaya çalıştı bugüne kadar.

Maalesef bugüne kadar...

Sözün bittiği yere geldik sanırım.

Keşke arkasında onun yaptıklarını yapabilecek, onun gittiği yoldan gidebilecek bir genç görseydik.

O zaman hiç olmazsa “rahat uyu” derdik arkasından.

Ama onu bile diyemiyoruz.

Söz gerçekten bitmiş.

Ne acı!

18 Ocak 2008 Cuma

Olympiakos 69-44 Panathinaikos




Başlıktaki bir basketbol skoru değil, bilakis tamamen futbolla alakalı bir skor. Birazdan manasını açıklayacağız ama isterseniz evvela geçen Çarşamba oynanan maça dönelim.

Olympiakos ezeli rakibi Panathinaikos’u en son 15 Ocak 2006’da, lig maçında 3-2 yenmişti. Daha sonra oynanan dört maçın ikisini Panathinaikos 1-0’lık sonuçlarla kazandı, diğer ikisiyse berabere bitti. Olympiakos’un bundan önceki uzun galibiyet hasretleriyse 1999 Mayıs’ından 2001 Mart’ına kadar dördü beraberlikle biten beş maç ve 1995-96 yıllarında üçünü Panathinaikos’un kazandığı dört maçlık serilerdi. (Üçünü kaybettikleri bu dört maçın acısını hemen ardından Panathinaikos’u üst üste altı maç yenerek çıkartmışlardı)

Çarşamba günü Pire’de iki ekip arasında Yunanistan Kupası maçı oynandı. Thrylos geçen Pazar ligde elinden kaçırdığı Trifilli’ye bu sefer acımadı, kazanamadığı önceki dört maçın hesabını da maç başına birer golle kesti: 4-0.

Böylelikle iki ekip arasındaki 169. resmi maç sonunda Olympiakos 69. galibiyetini alırken rakibi 44’te kaldı. Yani Panathinaikos’un en azından bir denge kurabilmek için en az 10 yıl boyunca işi gücü bırakıp rakibini sürekli yenmesi lazım. Kırk fırın ekmek yemek dedikleri bu olsa gerek herhalde. Tabii aklımıza başka bir tabir de geliyor, “vallahi rezalet, nerede kaldı ezeli rekabet” diye. 69-44, dile kolay!

11 Ocak 2008 Cuma

Bakalım Bundan Sonraki Durağı Neresi Olacak?

Anelka Chelsea’ye gitmiş. Hayırlı uğurlu olsun ama bence bu gelişmenin pek bir haber değeri yok. Ne de olsa Nic, imzası kurumadan Chelsea’den de bıkmaya başlamıştır. Önemli olan Anelka’nın nereye gittiğini değil, nereye gideceğini söylemek. Olur da Chelsea’de iyi bir ritm tutturursa mesela Real Madrid’e olan gıcığını bastırmak için Barça’ya kur yapmaya başlayabilir. Tabii bu kur dönemi süresince Chelsea’de havuza girmekle yetinir sadece. Olur da Chelsea’de başarısız olursa o zaman da gelecek Ocak ayı içerisinde Londra kulübünün kapısı “Holosko+10 milyon=Anelka” gibisinden bir teklifle çalınabilir. Chelsea Holosko’yu almaz tabii, o ayrı...

10 Ocak 2008 Perşembe

Yine Yaptılar Yapacaklarını




Yaklaşık iki hafta önce onlarla ilgili bir yazı yazmış (bkz: http://ooerdem.blogspot.com/2007/12/incelenmesi-gereken-bir-takm-asteras.html) ve kendilerinden “Avrupa’da son beş yıl içinde belki de en büyük çıkışı gösteren takım” diye bahsetmiştim.

Aradan çok geçmedi ama bir övgüyü daha hak ediyorlar doğrusu. Neden mi? Geçen hafta sonu AEK ile oynadılar. AEK maça lider çıktı ama Filomeno ve Jean’ın attığı gollerle Asteras maçı 2-1 almayı bildi. Bu sezon kendi sahalarında Olympiakos ve Panathinaikos’u da yenmişlerdi. Kısacası Yunanistan’ın üç büyük takımını da aynı sezon içinde dize getirmeyi başardılar.

Yunanistan’da böylece 30 maçlık sezonun yarısı geride kaldı. Olympiakos 34 puanla lider, Asteras 28 puanla dördüncü... İlk üçe girmek kolay değil ama pozisyonlarını korurlarsa UEFA Kupası’na gidebilirler. İlk yarıda 15 maçın 9’unu içerde oynamış olmaları ikinci yarı onları elbette zorlayacak ama şu ana kadar deplasmanda oynadıkları 6 maçtan 8 puan çıkardıkları göz önüne alınırsa umutlarını canlı tutmamaları için hiçbir sebep yok gibi görünüyor.

4 Ocak 2008 Cuma

Kıyaslanması Gereken Onlar Değil




Coşkun abim bloguna güzel bir konu taşımış, yukarıdaki fotoğraf ve istatistikler de oradan zaten. (bkz: http://kalearkasi.blogspot.com/2008/01/alex-hagiden-daha-iyi.html)

Adı geçen iki oyuncu, Türkiye’nin futboldaki en büyük rekabetini oluşturan iki rakibin son yıllardaki en büyük yıldızları olunca haliyle yine bu rekabet doğrultusunda insanlar kendi tuttuğu takımın yıldızının ötekinden üstün olduğunu vurgulamaya çalışıyor.

Futbol matematik değil. En azından şimdilik. Futbolda başarıyı belirleyen onlarca parametre var. Kimisini ölçmek için sayılar yeterli oluyorken, kimisini ölçmek içinse hâlâ “göz kararı” denen o merete bel bağlamak durumundayız. Tabii işin içine “gönül” girince o gözün de pek kararı mararı kalmıyor ortada.

Şu an sadece atılan gollere ve asistlere bakıldığında ligde Alex önde görünüyor. Tabii insanın aklına ister istemez bir de Avrupa maçları geliyor.

Hagi; Constructorul, Grasshoppers (2), Athletic Bilbao, Rapid Wien, Hertha Berlin, Borussia Dortmund, Leeds, Monaco ve Milan maçlarında Sarı-Kırmızılılar adına toplam 10 defa fileleri havalandırmış.

Alex ise Sarı-Lacivertlilere Zaragoza, Milan, PSV (2), AZ Alkmaar, Anderlecht (2) ve CSKA (2) karşılaşmalarında 9 kez gol sevinci yaşatmış.

Avrupa Kupalarında toplam kaç maç oynamışlar, kaç asist yapmışlar, vb. gibi bilgilereyse internetten ayaküstü ulaşamadım, o konuda daha detaylı bir arşiv çalışması yapmak lazım, belki ilerde onları da yazarız.

Her neyse, önemli olan bu değil zaten. Bireyleri böylesine kısıtlı istatistiklerle değerlendirene kadar önce onların çevrelerini saran öteki bireylere bir göz atmak lazım.

Hagi Galatasaray’a geldiğinde ilk iki sezonunda Avrupa Kupalarında pek beklenen performansı gösterememişti. İlk sezonunda kalede Hayrettin Demirbaş, ikinci sezonunda da Volkan Kilimci vardı. İlk sezonunda bacanağı Popescu da yanında değildi. Emre Belözoğlu da paf takımında takılıyordu. Fatih Terim ise kafasındaki oyun anlayışını sahaya yansıtmak için “yapboz” denemelerinde bulunmaktaydı.

Sonraki üç sezondaysa Galatasaray’ın Avrupa maçlarında bambaşka bir Hagi izledi futbolseverler. Peki değişiklik Hagi’de miydi? Yoksa Fatih Terim’in 4-3-1-2 sistemini oturtmasında, kaleye Taffarel, defansa Popescu gibi markaların gelmesinde, orta sahadaki defansif bloğun Okan-Suat-Emre üçlüsüyle mükemmele yakın bir biçimde oluşturulmasında ve Galatasaray’ın Avrupa Kupalarında “yenile yenile yenmeyi öğrenmeye başlamasında” mıydı keramet?

Dönüp Alex’e bakalım. Bu seneye kadar Fenerbahçe’nin Avrupa Kupası maçlarında, tıpkı Fenerbahçe gibi “bir var, bir yoktu” Alex. Akıllarda kalan en büyük resitallerini, hepsi de 3-0 biten Manchester United, PSV ve Palermo maçlarında vermişti. Her sezonda bir büyük galibiyet ve bir Alex şovu... Ama sadece o kadar... AZ maçındaysa tribünlerden alkış yerine ıslıklar yükselmişti Alex için.

Peki Fenerbahçe’nin geri kalanı o dönemlerde ne vaziyetteydi? Savunmanın ortasında her an arıza çıkarabilecek Luciano, Servet, Önder hatta Deniz gibi isimler oynuyordu. Eldeki malzeme yetersizliğinden defansta veya ön liberoda oynayacak Ümit Özat sol bekte görev yapıyordu. Serkan ve Tuncay gibi futbolcular da o güne kadar alışık olmadıkları mevkilerde oynamaktaydılar. Daum’un 4-2-3-1 ve 4-3-1-2 tarzı sistemlerini futbolcuları henüz öğrenme aşamasındalardı. Sağ açık mevkiindeyse kim oynatılırsa oynatılsın (Kemal, Serhat, Yozgatlı, Anelka, vb) bir türlü verim alınamıyordu.

Bugünkü Fenerbahçe’ye baktığımızdaysa takımın belki de tarihinin en iyi savunma dörtlüsünü yakaladığını görüyoruz. Ortada, özellikle takım alan daralttığında etkileri kat kat artan ve gittikçe daha uyumlu bir performans sergileyen Lugano ve Edu’dan sonra sezon başında sol bek problemi de, bu alanın dünyadaki en büyük markasının transfer edilmesiyle, çözüldü. Sağ beke de Gökhan Gönül piyangosu vurunca kaymaklı kadayıf oldu.

Orta sahada sezonun başlarında Deniz, son birkaç hafta da Selçuk, Aurelio’ya her zamankinden daha iyi partnerlik ettiler. Carlos’un önünde Wederson da özellikle orta sahanın defansif kimliğini pekiştirmek açısından cuk oturdu. Takım da genel olarak Zico’nun 4-4-1-1’ine (Daum’un 4-2-3-1’inin defansif versiyonu yani) uyum sağladı.

Takımda hâlâ eksiklikler yok mu? Var tabii ki. Örneğin sağ kanat. Deivid ile idare edilmeye çalışılıyor ve defansif açıdan bu nokta büyük arıza yaratıyor. Yine de Deivid, Alex’le pas alışverişlerine girmede çok iyi anlaşması sayesinde, bu zaafiyeti, takıma yaptığı beklenenin üzerinde ofansif katkıyla bayağı hafifletti. Forvette de kalede de sorunlar var ama Volkan geçen senelere göre daha derli toplu, Semih ise bir devre daha bu formunu korursa sezon sonu belki de santrfor transferi askıya alınacak.

Sonuçta Alex bu sezon Fenerbahçe ile çıktığı hemen hemen her Avrupa maçında aldı sazı eline, takımını bugüne kadar hiç görmediği ikinci tura taşıyan en etkili skor gücü oldu. Anderlecht ve CSKA’ya iki maçta da attı golünü, Inter ve PSV galibiyetlerinde de asistler ondandı.

Kısacası Hagi de Alex de etraflarında, özellikle oyunun defansif yönünü iyi bilen oyuncular olduğunda ve takım da genel olarak onların oyun yapılarına müsait bir sistemle oynadığında ve tabii ki diğer oyuncular da bu sistemi ezberlemeye başladıklarında, takımlarını her türlü arenada sırtlayıp götürebilen futbolcular.

Bunca laf kalabalığından sonra bir kıssadan hisse çıkarmak gerekirse: kıyaslanması gereken bireyler değil, takımların bütünü ve sistemler olmalıdır. Dahası bu kıyaslamada kendimizi Fenerbahçe-Galatasaray sığlığından da kurtarmalı, muhasır medeniyetlerin önde gelen futbol takımlarının sistemlerini, organizasyonlarını kendimize ne şekilde örnek alabileceğimizi ortaya koyan geniş açılı birtakım kıyaslamalara yönelmeliyiz.

Hagi ile Alex’e son bir kez gelecek olursak... Bırakın ikisi de takımlarının taraftarlarının gönlündeki en müstesna köşede oldukları gibi kalsınlar, birbirleri üzerinden tanımlanmadan...