29 Aralık 2007 Cumartesi

En Çok Dünya Şampiyonu Çıkaran Kulüpler




Geçenlerde oynanan FIFA Kulüpler Dünya Kupası’yla ilgili bir haber okurken bir anda aklıma takıldı başlıktaki mesele. Kulüpler bizzat kıtalararası cenge tutuşmadan çok önce futbol topu zaten dünyanın dört bir yanından gelen takımların arasında tepilmeye başlamıştı. Dünya Kupası sağolsun... Tabii dünya kupalarında oynayacak oyuncular sadece milli takım futbolcusu değiller, aynı esnada formasını giydikleri bir de kulüp takımları var. İşte benim de merak ettiğim, dünyanın o en büyük turnuvasında mutlu sona ulaşıp kupayı kaldıran futbolcuların o sırada hangi kulüp takımında forma giydiği ve buradan hareketle, kulüp takımlarının bünyelerinden kaç dünya şampiyonu çıkardıklarıydı.

Lafı daha fazla uzatmayalım, liste aşağıda...

24 Şampiyon
Juventus

20 Şampiyon
Inter

16 Şampiyon
Bayern Münih, AS Roma

14 Şampiyon
Penarol, Santos

13 Şampiyon
Nacional Montevideo

12 Şampiyon
Sao Paulo

11 Şampiyon
AC Milan, Botafogo

9 Şampiyon
1. FC Köln, Palmeiras

8 Şampiyon
Fiorentina, River Plate

7 Şampiyon
Flamengo, Fluminense, Corinthians, Independiente

5 Şampiyon
Bologna, 1. FC Kaiserslautern, Cruzeiro, Borussia Mönchengladbach

4 Şampiyon
Eintracht Frankfurt, Vasco da Gama, West Ham United, Real Madrid, Boca Juniors, Palermo

3 Şampiyon
Bella Vista Montevideo, Atletico Cerro Montevideo, Lazio, Triestina, Schalke 04, Borussia Dortmund, Portuguesa, Manchester United, Liverpool, Arsenal, Gremio, Werder Bremen,
Huracan, Talleres de Cordoba, AJ Auxerre, AS Monaco

2 Şampiyon
Rampla Juniors, Montevideo Wanderers, Napoli, Genoa, Danubio, Central Espanol, Fortuna Düsseldorf, Hamburg, SpVgg Fürth, 1. FC Nürnberg, Bangu, Leeds United, Blackpool, Chelsea, Atletico Mineiro, Newell’s Old Boys, Racing Club, San Lorenzo, Argentinos Juniors,
Udinese, Deportivo La Coruna, Paris St. Germain, FC Barcelona, VfB Stuttgart, Bayer Leverkusen, Parma, Marsilya

1 Şampiyon
Miramar Misiones, Racing Club Montevideo, Olimpia Montevideo, Pisa, Lucchese, Hessen Kassel, Rot-Weiss Essen, FSV Frankfurt, Augsburg, FK Pirmasens, Leicester City, Fulham, Everton, Tottenham, Sheffield Wednesday, Wolverhampton Wanderers, Southampton, Valencia, Torino, Cagliari, Nantes, Velez Sarsfield, Ferro Carril, Estudiantes, Lecce, Elche, Club America, Reggiana, Shimizu S-Pulse, Bordeaux, Kashima Antlers, Sampdoria, Metz, Atletico Paranaense, Lyon, Real Betis, Livorno



Listenin en ilgi çekici yanı, günümüzde dünyanın en önde gelen futbol kulüpleri olan Real Madrid, Barcelona, Valencia, Manchester United, Liverpool, Chelsea ve Arsenal’ın beş tanecik bile olsun dünya şampiyonu futbolcu çıkartamamış olmaları. Meraklısına bu takımların o nadir dünya şampiyonlarını da sıralayalım hemen:

Real Madrid – Günther Netzer, Jorge Valdano, Christian Karembeu, Roberto Carlos
Barcelona – Romario, Rivaldo
Valencia – Mario Kempes
Manchester United – Nobby Stiles, Bobby Charlton, John Connelly
Arsenal – George Eastham, Patrick Vieira, Emmanuel Petit
Liverpool – Gerry Byrne, Ian Callaghan, Roger Hunt
Chelsea – Peter Bonetti, Frank Leboeuf

25 Aralık 2007 Salı

Doğu Avrupa’da Lale Devri’nin Sonu Mu?


(Steaua'lu oyuncunun hayalleri yıkılmış)


Doğu Bloğunun dağılması, apar topar Kapitalizme geçiş yapan buradaki ülkelerin maddi açıdan Batı Avrupa’nın çok gerisinde kalmaları, üstüne bir de Bosman Kuralı’yla başlayan süreçte ulusal liglerde yabancı sınırlarının giderek esnetilmesi, Doğu Avrupa ülkelerinin ucuz futbolcu pazarına dönmesine yol açmıştı. Ellerindeki en iyi oyuncuları yok pahasına Batı’ya satan, karşılığında çok iyi oyuncular da transfer edemeyen Doğu Avrupa takımları da neredeyse bir zamanlar efendileri arasında yer aldıkları Avrupa futbolunun figüranları olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardı.

Bu dönemde Doğu Avrupa adına en önemli çıkışı CSKA Moskova, Spartak Moskova, Lokomotiv Moskova ve Dinamo Kiev gerçekleştirdi. CSKA, Şampiyonlar Ligi’nin ilk sezonu olan 1992/93’te kupanın son şampiyonu Barcelona’yı eleyip o zamanlar son sekiz takımı içeren gruplara kaldı. Aynı başarıyı iki sene sonra da Spartak tekrarladı. Spartak 1995/96 sezonundaysa son 16’yı kapsayan grup maçlarında 6’da 6 yapıp çeyrek finale çıktı. Ancak yılbaşında takımdaki önemli oyuncular Batı’ya kaçında Nantes karşısında tutunamadılar. İki sene sonraysa aynı Spartak UEFA Kupası’nda yarı finali gördü. Hatta aynı yıl Lokomotiv Moskova da Kupa Galipleri Kupası’nda yarı finale çıkmıştı. Dinamo Kiev’se Ukrayna’yı temsil etmeye başladığı dönemdeki ilk başarısını yaşayarak Şampiyonlar Ligi’nde son sekize kaldı. 1997/98 sezonunun sonunda, Ruslar İtalya ve Almanya’nın ardından o yılın en yüksek ülke puanını toplamışlardı, Ukrayna ise bu sıralamada altıncıydı.

1998/99 sezonunda da Doğu Avrupalıların yükselişi sürdü. Dinamo Kiev Şampiyonlar Ligi’nde, Lokomotiv Moskova da Kupa Galipleri Kupası’nda yarı finale kaldı. Sezon sonunda da Ukrayna o sezonun en çok puan toplayan 5., Rusya da 6. ülkesi olmuştu.

Bir sonraki sezon eski Doğu Bloku ülkelerinin yükselen yıldızı Çek Cumhuriyeti oldu. Slavia Prag UEFA Kupası’nda çeyrek finale çıkarken, ezeli rakibi Sparta da Şampiyonlar Ligi’nde ikinci tur gruplarına kaldı. Dinamo Kiev de bu seviyeye kadar geldi.

Ardından iki sezonluk bir duraklama geldi, “Doğu Avrupa takımlarının Avrupa Kupalarında etkinliği azaldı” denirken Lokomotiv Moskova 2002/03 ve 2003/04 sezonlarında, Şampiyonlar Ligi’nde ikinci tur gruplarına kaldı. 2004’te bunu ayrıca Sparta Prag da başardı.

2004/05’te CSKA Moskova kimsenin beklemediği bir çıkış gösterip UEFA Kupası’na uzandı. Rusya’yı da o sezon en çok puan toplayan 7. ülke yaptı. Ertesi sezonsa UEFA sıralamasını altüst edecek bir gelişme yaşandı. Kupalara sadece üç takımla katılan Romanya, üç takımı da (Steaua, Rapid ve Dinamo Bükreş biraderler) iyi puanlar toplayınca 16.833 puanlık bir ortalama tutturdu ve o sezon Avrupa Kupalarında en çok puan alan ülke oldu. Sıralamada Rusya 7. olurken bir başka sürpriz ülke, Bulgaristan da, özellikle Levski Sofia’nın UEFA Kupası’nda çeyrek final oynamasıyla kendini 9.’lukta buldu.

Romenler ertesi sezon da zirveden çok uzaklaşmadılar, bu kez de 11.333’lük ortalama tutturup 4. sıraya kuruldular. Ruslar biraz gerileyip 10. sırada yer alırken Ukrayna üst üste ikinci kez 11. oluyordu.

İçinde bulunduğumuz 2007/08 sezonuysa Doğu Avrupa takımları için güzel günlerin bitişini gösterir cinsten bir sezon oldu şu ana kadar. Bir tek Rusya, UEFA Kupası’ndaki temsilcileri Spartak Moskova ve Zenit’in topladığı puanlarla kendisine ilk 10’da yer bulacak gibi. Şu an 6. sıradalar ama sezon sonuna kadar geriden gelen İskoçya, Yunanistan ve Fransa’ya geçilmeleri olası görünüyor. Nitekim Zenit Villarreal’le, Spartak da Marsilya’yla eşleşti ve iki ekip de bu eşleşmelerde favori olarak gösterilmiyor. Rusya’nın sadece üç sene önce medarı iftiharı olan CSKA’nınsa Şampiyonlar Ligi’nde yalnızca bir puan alıp sonuncu olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Rusya dışındaki Doğu Avrupa ülkeleri içinse bu sezon Avrupa Kupaları kelimenin tam anlamıyla fiyasko oldu. Ukrayna cephesinde Dinamo Kiev Şampiyonlar Ligi’nde sıfır çekti, Shakhtar da ilk iki maçında galibiyet almasına rağmen kalan dört maçında da yenilerek grubunu son sırada tamamladı. Önceki iki sezon zirveye göz kırpan Romenler’deyse Otelul ve Cluj takımları UEFA Kupası’na ön elemede, Rapid ile Dinamo’ysa ilk turda veda etti. Şampiyonlar Ligi’ndeki Steaua da altı maçta tek bir puan alabildi ve Romanya toplamda 28.166 puan biriktirdiği son iki sezonun ardından bu sezon anca 2.600 puanı görebildi. Bu sezonun şu ana kadar olan sıralamasında Ukrayna 15., Çek Cumhuriyeti 16. Bulgaristan 21. ve Romanya da 25. sırada. Bu ülkeler içinde Şubat ayında maç yapacak takımı olan bir tek Çek Cumhuriyeti var (Sparta Prag sağolsun). Geri kalanları çoktan dükkanı kapamış durumdalar.

Eğer UEFA Kupası’nda yapacakları maçlarda Spartak Moskova, Zenit ve Sparta Prag takımları kendilerinden beklenenden fazlasını yapmazlarsa bu sezon Doğu Avrupa takımlarının belki de Doğu Bloğu dağıldığından beri geçirdiği en bunalımlı sezonlardan biri olacak. Bu sezonun çok parlak geçen son birkaç yılın hemen ardından gelmesiyse öncelikle geride bırakılan o sezonlara odaklanılmasına ve ister istemez o dönem hakkında Lale Devri benzetmelerine yapılmasını sağlayacak. Haliyle şimdilik “Lale Devri’nin Sonu Mu?” diye atıyoruz başlığımızı. İki ay sonra mevzubahis takımlar son 16’ya kalamadan evlerinin yolunu tutarlarsa o zaman bu yazıyı arşivden çıkarıp sonundaki o soru ekini de kaldırabiliriz herhalde.

24 Aralık 2007 Pazartesi

İncelenmesi Gereken Bir Takım: Asteras Tripolis




Şu anda belki de Avrupa’da son beş yıl içinde en büyük çıkışı gösteren takım, Yunan birinci ligi Souper Ligka Hellada’nın bu sezonki sürpriz ekibi Asteras Tripolis.

1931 yılında faaliyetlerine başlayan kulüp yıllarca vasat bir yarı-amatör takım olarak Arkadia’nın bölgesel liglerinde dolanıp durmuş, gördükleri en büyük nimet 1960’lı yılların başında Yunan ikinci ligi Beta Ethniki’de iki sezon geçirmek olmuş.

2002/03 sezonuyla birlikteyse Asteras’ın önlenemez yükselişinin başladığını görüyoruz. O sezon Arkadia bölgesel liginde şampiyon olup Delta Ethniki’ye (4. Lig) yükseliyorlar. Buradaki ilk sezonlarında biraz nefes aldıktan sonraysa asıl depara kalkıyorlar. 2004/05’te Delta Ethniki’de şampiyon olup Gamma Ethniki’ye (3. Lig) çıkıyorlar. Ertesi sezon da aynı hızla “ver elini Beta Ethniki” diyorlar. O da yetmiyor ve 2006/07 sezonunda yine ara vermeden bu kez Beta Ethniki’de şampiyon olup bir anda kendilerini Souper Ligka Hellada’da buluveriyorlar.

Kadrolarında pek öyle tanınmış bir futbolcu yok. Moschogiannis ve Psomas gibi Yunanistan’da en fazla “iyi bir taşra takımı futbolcusu” olabilmiş, az çok tecrübe sahibi isimlerin yanına beşi Arjantin’den ve üçü Brezilya’dan kapalı kutu oyuncular getirilmiş.

Sezon başında Yunanistan’da kimse onlara bu halleriyle çıkışlarını daha fazla devam ettirebilecekleri konusunda şans tanımıyordu. Bizde de hatırlanacağı üzere Kasımpaşa benzer bir ivmeyle Süper Lig’e çıkmıştı ama sonrasında son sıradan bir türlü kurtulamamıştı. İşte Asteras’tan da deyim yerindeyse bir Kasımpaşa performansı bekleniyordu.

Lakin beklenen olmadı ve Asteras şaşırtmaya devam ediyor. 30 maç üzerinden oynanan ligde Noel arasına girilirken 13 maç geride kaldı ve bu 13 maç sonunda Asteras topladığı 24 puanla 4. Sırada yer alıyor. Önündeki takımlardan Panathinaikos’un 27, Olympiakos’un 28, AEK’inse 30 puanı var.

Artık sarı-mavililerin ligde kalıp kalmayacağı değil, bu formlarını devam ettirip Avrupa Kupalarına katılıp katılamayacakları tartışılmaya başlandı. Başkan Vangelis Kritikos’un uzun vadeli planları içinde elbette o da var. Kulübün daha çok büyümesi için aşağıda fotoğrafı görülen, 15 bin kişilik bir stadyumu da içeren modern bir spor kompleksi inşa etme adına projelere de girişmişler. Umarız bu projeler maketle sınırlı kalmaz ve Asteras yükselişini sürdürmeye devam eder. Böylece Olympiakos’tan başka bir şampiyonun çıkmadığı Yunan Ligi’nde ikincilik mücadelesi AEK ile Panathinaikos’un tekeline girmekten çıkar, futbolseverler daha keyifli bir yarış izlerler.


23 Aralık 2007 Pazar

Schuster Zirveye, Rijkaard Nereye?




Bernd Schuster’e şapka çıkarmak lazım. Yıllardır yıldızlara dayalı bir kriz kulübü olmuş Real Madrid’in çehresini çok kısa bir sürede değiştirdi. Real Madrid’de şimdi de az yıldız yok gerçi. Cannavaro, Casillas, Van Nistelrooy, Raul... Bunların hepsi birer marka... Pepe, Sneijder ve Robinho gibileri de yakın geleceğin benzer markaları... Yine de bir Zidane, Ronaldo, Roberto Carlos ve Beckham kadar ismen göze batmıyorlar. Ancak tüm bu yıldızların ürettiğinin daha fazlasını üretebilecek bir takımdaşlık içinde hareket ediyorlar.

Real Madrid’in başarısında en çok üzerinde durulması gereken nokta da defansı olmalı. Önceki iki sezonda 38’er maçta 40’ar gol yiyen Real Madrid, bu sezonsa 17 maçta 14 gol yemiş durumda. Bir başka deyişle geçen seneye göre yedikleri gollerin ortalamasında yüzde 20’lik bir azalma söz konusu. Defansın başarısındaysa oyuncu tipleri konusunda yapılan tercih büyük önem taşıyor. Sağ taraftaki Sergio Ramos ile sol taraftaki Gabriel Heinze ofansif açıdan çok etkili olabilen isimler değiller ama defans yapmayı gayet iyi biliyorlar. Savunmanın ortasında Cannavaro ile Pepe’nin ördüğü sıkı duvar, kenarlardan da bu tip iki bekle destek bulunca Real Madrid kolay kolay gol yemiyor. Savunmadaki bu sağlamlık ve takımın genelinde kolektif oyunun bireysel oyuna tercih edilmesi, Real Madrid’in eskiye oranla çok daha istikrarlı ve başarılı olmasını da sağlıyor.

Barcelona’ysa aksi istikamette gitmekte. Onlar da birkaç sene önce Real Madrid’in düştüğü hataya düştüler ve takıma ne kadar görkemli yıldız doldururlarsa o kadar başarılı olabileceklerini düşündüler. Ronaldinho, Eto’o, Messi, Deco varken Henry’nin alınması, bu futbolcuların arkasında da geleceğin en büyük yıldızları olarak gösterilen Giovanni dos Santos ile Bojan Krkic’in yer alması, sezon başında çoğu kişide Barcelona’nın uçup gideceği düşüncesini oluşturmuştu ama Barça Brezilya milli takımın 2006 Dünya Kupası’nda yaşadığına benzer türden sıkıntılar yaşadı. Bu kadar yıldızı idare etmekte zorlandı. Teknik direktör Rijkaard’ın Eto’o ve Ronaldinho ile sürtüşmelere girip durması da bunun bir sonucu aslında. Yıldızların efektif bir biçimde kullanılmaması, Barça’nın Real Madrid kadar kusursuz bir takım oyunu oynamasına da engel...

Katalanların bireysel bazdaki sorunlarına gelecek olursak... Hâlâ kalede Valdez’den bir Casillas yaratma sevdasındalar ama bunun olmayacağını herhalde kendileri hariç bütün futbol seyircileri gördü. Orta sahada da defansif orta saha olarak oynattıkları oyunculardan Xavi ve Iniesta aslında ofansif adamlar. İşin garibi takım Real Madrid’den bir gol az yemiş. Yine de takım yapısındaki bu bozukluk ve dengesizlik, forvet cenneti takımın yeterince gol atamamasıyla kendini gösteriyor. 17 maçta 32 gol atabilmişler.

Bugünkü maçta göze çarpanlar da bu tabloyu destekler nitelikteydi. Barcelona her ne kadar Henry ve Messi’den yoksun olsa da ikinci yarıda Giovanni ve Krkic takviyeleriyle dört bir koldan rakibinin üstüne gitmeye çalıştı. Ne var ki son dakikalardaki birkaç karambol haricinde herhangi bir tehlike yaratamadı. Real Madrid’se Barça’yı durdurduğu gibi etkili kontrataklarla da gole daha çok yaklaşan taraf oldu. 55. dakikada Robinho’ya yapılan faul penaltı olarak değerlendirilse bu, maçı tuhaf bir skora götürebilecek bir golü de getirebilirdi. Ancak 65. dakikada da Raul’un Puyol’a yaptığı kırmızı kartlık hareket es geçildi. Bu da Real lehine bir hataydı.

Rijkaard’ın etrafındaki çember daralıyor gibi. Sırf maçın skoruna bakılarak yapılmış bir yorum değil bu. Hatta en başta bahsettiğimiz yıldızları idare edememe sorununu bile Rijkaard’ın eksileri listesinde ikinci sıraya yazabiliriz. Bir numaraysa bugünkü taktik düzenindeki bir ayrıntıda gizli... Takımın Hollanda tipi 4-3-3 anlayışında genelde forvetin sağında oynayan ve o bölgeden içeri kat ederek etkili olan Messi yokken Rijkaard’ın orta alanı Iniesta, Xavi ve Yaya Toure’den kurup Deco’yu Messi’ninkine yakın bir göreve soyundurması, hem forvette hem de orta sahada ciddi bir güç erozyonuna neden oldu. En başından oyuna Giovanni ile başlansa ve Deco da her zamanki yerinde oynasa bu kadar arıza yaşanmazdı herhalde. İşte bir teknik direktör kendi kurduğu düzeni yıkmak için böylesine tuhaf hamleler içine giriyorsa ortada ciddi anlamda bir sorun var demektir.

Barcelona şu anda Real’in 7 puan gerisinde ve ikinci yarıda rakibiyle Bernabeu’da oynayacak. Görünüşe göre ligde işleri çok zor. Şampiyonlar Ligi’nde de hedefledikleri noktaya gelemezlerse Rijkaard’ı seneye bu sezonun başka bir kriz takımı olan Milan’ın başında görmek şaşırtıcı olmaz. Peki Rijkaard giderse Barça’nın kurtarıcısı kim olur? Mourinho’ya özel bir gıcıkları olmasa akla ilk gelen isim o olacak ama şu durumda Katalanları soru işaretleriyle dolu günler bekliyor anlaşılan.

Milan Bu Sene Eksi Kaç Puanla Başlamıştı Lige?




Ülkemizde futbolun bir masa başı oyunu haline gelmesine alıştığımızdan mıdır nedir, geçen sezon İtalyan futbolunda girişilen temizlik operasyonunu birçoğumuz yeterince idrak edemedik. İnsanlar Inter’in ligde uzak ara lider gitmesini hep “şike skandalı” neticesinde Juventus’un ligden düşürülmüş olmasına, Milan’ın da ligde -8 puanla başlamasına bağladılar.

Bu düşünce elbette ki en başından “sakatlık” içeren bir düşünceydi. Neden sakat olduğunu kısaca açıklayalım. Şike skandalının baş aktörlerinden Milan asbaşkanı ve CEO’su Adriano Galliani 1986’dan, Juventus genel direktörü Luciano Moggi de 1994’ten beri görevdelerdi. Moggi öncesi Galliani döneminde Juventus şampiyonluk göremezken Milan Serie A’yı dört kere zirvede tamamlamıştı. Dönemin diğer şampiyonları iki kereyle Maradona’nın Napoli’si ve birer defayla da Inter ile Sampdoria’ydı. Moggi’in de Zebralar’da işbaşı yapmasıyla birlikte Serie A iki kutuplu bir lig haline geldi ve 1994-95 sezonundan 2003-04 sezonunun bitimine kadar Milan 3, Juventus da 5 şampiyonluk aldı. Roma ve Lazio’ysa birer defayla teselli buldular. Inter’se hep uzaktan baktı Scudetto’ya... Galliani ve Moggi’nin maçların skorlarını önceden ayarlama becerileri ve bu iki yöneticinin takımlarının Serie A şampiyonluklarını bir “değiş-tokuş merasimi” haline getirmeleri bile malum skandalın aslında sadece 2004-05 ve 2005-06 sezonları üzerinde bir ayar çekilerek hafifletilemeyeceğinin bir göstergesi olmaya yeterliydi. Yine de “hiç yoktan iyidir” denilecek durum gerçekleşmişti ve önceki cümlede adı geçen sezonların ilkinde Juventus’un şampiyonluğu elinden alınırken ikincisinde Juventus ve Milan toptan bir kenara itilmiş, Inter’e de hakkı olan şampiyonluk teslim edilmişti. Bazıları nedense Juventus ile Milan’ın kazandığı şampiyonluklardaki “hile-hurdayı” görmezden gelip Inter’in başarılarına burun kıvırdılar. O hilelerin-hurdaların yapılmaması durumunda Inter’in çok daha fazla şampiyonluk kazanmış olabileceğini hesap etmek istemediler. İşte o kişilerin düşüncelerindeki bu sakatlığı, Inter içinde olduğumuz sezonda gösterdiği performansla bir kez daha onların yüzlerine vuruyor.

Bugünkü derbiye öncelikle bu açıdan bakmak lazım. Inter’in başarıları aşağılandıkça oyuncuları da dünyada “hakkı en az teslim edilen” (hani şu İngilizler’in ‘underrated’ dedikleri) futbolcular sıralamasında belli ki zirveye oynar hale gelmişler. Bu açıdan en çok altı çizilmesi gereken iki isim olan Cambiasso ile Cruz’un Inter’in iki golüne imza atan isimler olmalarıysa “ilahi adalet” biçiminde yorumlanabilir herhalde. Özellikle Cambiasso şu anki formuyla belki de dünyanın en iyi defansif orta saha oyuncusu. Ama görülmüyor, görülmek istenmiyor. Cruz da Cahit Sıtkı Tarancı’ya göre yolun yarısına gelmiş çoktan ama o yaştaki bir santrfor için akıllara zarar bir performans sergiliyor. Inter’in en önemli özelliğiyse müthiş bir pas trafiği kurabilmesi... Sağ tarafta Zanetti ile Maicon, sol tarafta da Maxwell ile Chivu, göbekteki Jimenez’in yardımıyla o kadar güzel verkaçlar kuruyorlar ki bir Kaka’nın veya Cristiano Ronaldo’nun bir maçta 1-2 kere yaptığı 3-4 rakip savunmacı ekarte eden o müthiş slalomların etkisini bu üçgenler maç başına en az 7-8 kere yapabiliyor. Sonra da Ibrahimovic ile Cruz’dan biri topla buluşturuluyor ve tabela değişiyor. Tabii bu uygulamaları görmeyenler için, 20 senedir hak ettiği yere anca gelmeye başlayan Inter hâlâ uyduruk bir takım! İnanılır gibi değil!

Maçta Milan Pirlo ile enfes bir frikik golü buldu. Bundan sonra yakaladıkları yegane pozisyonsa 87. dakikada Ambrosi’nin altıpas üzerinde geçtiği ıska... Başka bir üretkenlik gelmedi Rossoneri’den. Nerazzuri’yse geriye düşmesine rağmen hiç paniğe kapılmadan rahat rahat götürdü oyunu, tempoyu istediği gibi ayarladı, özellikle Kaka’yı gayet güzel kilitledi, skoru da fazla zorlanmadan lehine çevirdi. Milan zaten garip bir takım olmuş. Pirlo’nun duran toptan bir efsane yazması ve Kaka’nın da şapkadan tavşan çıkarması durumunda anca bir şeyler yapabilecek haldeler. Bu maçta koşullardan ilki gerçekleşti ama ikincisi olmayınca varlık dahi gösteremediler.

Maç sonu itibariyle Inter 17 maçta topladığı 43 puanla Serie A’nın zirvesindeki yalnız yolculuğuna devam ederken 14 maçta 18 puanı bulunan Milan eksik üç maçını kazanması halinde bile ezeli rakibine 16 puan uzaktan bakmakla yetinecek vaziyette.

Velhasıl, futbolseverlerin Inter’in durumunu sorgulayacaklarına, Galliani’nin hakemlerle telefon bağlantıları kesildiğinden beri Serie A’da gün yüzü görmeyen Milan’ın Avrupa kupalarındaki performansının da benzer bir hukuki mercek altına alınmasının gerekip gerekmediğini sorgulamaları futbol açısından çok daha faydalı olacak gibi görünüyor.

Zira bu sene ne Juventus Serie B’de, ne de Milan lige -8 puan cezayla başladı ama Inter yine Noel arifesinde “şampi...” unvanına layık oldu bile.

21 Aralık 2007 Cuma

Şarlatanlar!




Bizim milletimiz futbolu sanılanın aksine sevmez. Futboldan anladığımız adi bir sidik yarışından ibarettir. O yüzden ülkede sadece ama sadece “hiç şampiyonluk görmemiş bir takımı” tutan olmaz. Hangi vilayete giderseniz gidin illa ki üç büyükler arasında paylaşılmıştır taraftarlık pastası. İnsanlar kendi vilayetlerinin takımlarını genelde garnitür olarak bunun yanına “ikinci takım” sıfatıyla yerleştirirler. Futbol futbol olduğu için sevilmez, Fenerbahçeliysen Galatasaraylı, Galatasaraylıysan da Fenerbahçeli tanıdıklarına sataşmak, onlarla sidik yarıştırmak için sevilir genelde. Hal böyle olunca insan kendi takımının ve rakibinin maçlarından başka pek maç falan da seyretmez.

Ancak bizim milletin bir özelliği daha var, o da kumarbaz ruhlu olması. İddaa hayatımıza gireli beri yukarda anlattığım tablo değişmeye başladı. Eskiden sınırlı bir alanda futbolu takip etmekle yetinen insanımız şimdi bir koyup bin alma sevdasına neredeyse Madagaskar Ligi’ni bile takip edecek şevke sahip oldu.

Tabii bu durumdan nemalanmaya çalışacak uyanıklar da peyda olmakta gecikmedi. En saygınından en uyduruğuna kadar her gazetede bahis yorumcuları türedi. Çoğu ne idüğü belirsiz (Allah bilir yarısı çaycılık yaparken bir kupon tutturup sayesinde köşeye yamanmışlardır) vatandaştan oluşan bu güruhun en rahatsız edici yönüyse genelde zır cahil olmalarına rağmen çok şey biliyormuş havalarına girip insanı aptal yerine koymaları.

O kadar rahat ahkam kesiyorlar ki! Efendim Sundsvall-Enköping maçı “banko bir” olurmuş, sabaha kadar oynansa ev sahibi ekip rakibine şans tanımazmış, günün bankosuymuş.

Yahu İsveç 2. Lig maçından bahsediyorsun be adam! Bahsettiğin takımlardan bir oyuncu ismi saymayı bırak, o takımların rengini bile bilmiyorsun. Biliyorsan da CM oynarken öğrenmişsindir. Kısacası nitelik olarak neredeyse hiçbir bilgin yok o takımlarla ilgili. Tek yaptığın şey Sundsvall’ın iç saha puan tablosundaki durumuyla Enköping’in dış saha puan tablosundaki durumunu karşılaştırmak, sonra da ona göre atıp tutmak.

İşin kötüsü “şeyh uçmaz mürit uçurur” hesabı kendi spor servisleri de fena gazlıyor bu şarlatanları. Hepsinin isimlerinin başında “İddaa profesörü”, “İddaa uzmanı”, “Bay Tahmin”, “Bahis ustası”, “Mr. Banko” gibi saçma sapan unvanlar. Sen adamı böyle allayıp pullarsan o da ne olduğunu şaşırıp adını ilk defa duyduğu takımların hayat hikayesini anlatmaya kalkar tabi. Sonunda da üstteki fotoğraftaki kılığa bürünecek kadar şarlatanlaşır.

Rüya Gerçek Olmuş!



Bizim dergi bir futbol dergisi olunca haliyle diğer futbol dergileri de “tanışalım kaynaşalım” minvalinde kendi sayılarından birer nüsha yolluyorlar her ay. Geçen hafta ofise gittiğimde bir baktım ki futbol dergileri arasına bir de bilim kurgu dergisi karışmış. Sonra anladım ki meğer o da futbol dergisiymiş. N’apalım, kapağında uzay üssü gibi bir şey görünce ilk başta bilim kurgu dergisi zannetmişiz.

Evet, dergi Trabzonspor dergisi, Aralık 2007 sayısı. Kapaktaki de uzay üssü değil, kulübün “dev spor kompleksi projesi” imiş.

Bu projeye göre Akyazı sahil şeridinde denizde 600 metreye 200 metrelik bir alan doldurulacak, üzerine olimpik stadyum, spor salonu, kongre merkezi, yönetim binası, iş merkezi vs vs vs yapılacakmış.

Mış mış da mış mış...

Buraya kadar yine çok bir sorun yok, hayal etmeden gerçeğini yapamazsın sonuçta.

Asıl sorun bu projeyle ilgili kulübün resmi dergisinde “Rüya Gerçek Oldu” diye başlık atmak. Olan biten tek şey var, o da projenin maketi. “Trabzonsporlular maketin mi rüyasını kuruyordu da rüyaları gerçek olmuş” diye sorası geliyor insanın.

İşin bu kısmını geçip projeye gelirsek de hayal tacirliğini yapıldığını söylemeden geçemeyeceğiz. Böylesine bir şey Dubai’de falan yapılmaya çalışılsa “olur herhalde” deriz ama Trabzon’un neresinden petrol fışkırıyor? Tabii Trabzonspor da modaya uyup işi devletin sırtına yıkmayı planlıyorsa orasını bilemem. Ne de olsa devletin malı deniz, o devlete vergi veren bizim gibi sıradan vatandaşlar da keriz.

Son olarak projedeki olimpik stadyumun 60 bin kişilik olması da ayrı bir komedi. Trabzon il merkezinin nüfusu 283 bin, il bölge nüfusuysa 980 bin. 15 milyonluk İstanbul’da üç büyüklerin toplam seyirci ortalaması 75 bin civarındayken vilayet nüfusu 1 milyonu bulmayan yerde, hele hele şu anki 20 bin kişilik stadın zaten doğru dürüst dolmadığı bir yerde, 60 bin kişilik stat neyin nesi?

Nereden tutsan elinde kalıyor...

20 Aralık 2007 Perşembe

Abdurrahman Çelebiler




Türkiye’de futbol karakucak öğrenilir. Bunu açıklayabilmek için önce sıradan bir vatandaşın nazarında “iyi futbolcunun nasıl olduğuna” bakmak lazım. Bizim insanımıza göre uzun yıllar boyunca iki tür futbolcu oldu. Kaleci ve topçu. Kaleciyle topçunun nasıl iyi olduğuna gelince... Önce topçudan başlayalım. İyi bir topçunun yapması gereken yegane şey çalım atmaktı. Rakibinin sağından atıp solundan geçtin mi, onun belini kırdın mı iyi topçuydun. Arada bir de topa düzgün vurup doksana yollarsan senden büyüğü olmazdı. Kaleci seçmede de çok sağlıklı kriteri yoktu vatandaşlarımızın. Sadece bire bir pozisyonlarda akrobatik reflekslerle top çıkarmak iyi kaleci olmak için kafiydi. Zaten topu oyuna sokmak, yan toplar, pozisyon bilgisi ve sezgisi gibi kavramlar bize yabancıydı. Varsın iyi refleks yeterli bir kriter olsundu.

İnsanımız futbola bu kafayla bakınca ülkemizde de buna göre futbolcular yetişti hep. Yıllar ilerledikçe biraz oyunun mücadele yönünün de önemini kavradık ama bu da belli bir taktik disiplinden çok kavga dövüş çerçevesine oturtuldu.

Futbolcular ağırlıklı olarak sokakta yetişiyordu. Hoş, çocuğu altı yaşında altyapıya versen n’olacaktı ki? Orada da sokakta yetişen bir antrenör yetiştirecekti onları, yine günümüz futbolunun gerektirdiği o taktik disiplinden, bilgiden uzak olacaklardı.

Günümüzde hücum oyuncuları bu koşullar altında yine de idare edebiliyorlar. Ne de olsa bireysel yetenekleriyle, doğaçlama becerileriyle temel eksikliklerini maskeleyebiliyorlar. Fakat iş savunma oyuncularıyla kalecilere gelince bu mümkün olmuyor.

Zaten milli takımda sıkıntı çektiğimiz başlıca mevkilere bakacak olursanız bunların kale ve defans olduğunu net bir biçimde görürsünüz. Yetiştiremiyoruz çünkü, ne kaleci, ne de defans...

İşte şimdi zurnanın zırt dediği yere geliyoruz. Bu kaleci ve defans fukaralığı içinde, elde iyi kötü göze batan birkaç oyuncuyu illa ki övmek zorundayız. Özellikle Servet ve Volkan’ı övmek için kullanılan ifadelere dikkat etmek gerek: “Türkiye’nin en iyi stoperi” veya “Türkiye’nin en iyi kalecisi”... Tamam, bu ifadeler doğru olabilir ama bu onları gerçekten iyi birer kaleci ve stoper yapar mı? Ibrahim Sekagya da Uganda’nın en iyi stoperi ama bu onun yetersiz bir stoper olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bizimkilerin durumu bana “koyunun olmadığı yerde keçiye ‘Abdurrahman Çelebi’ derler” sözünü anımsatıyor.

Öncelikle Volkan ve Servet’in mevkilerinin gerektirdiği hangi temel özelliklere sahip olduklarını sorgulamak lazım. Volkan’ın pozisyon alışını, yan toplardaki başarısını, topu oyuna sokabilme yüzdesini, hangi durumda hangi tercihi kullanması gerektiğini (mesela içe kavisli ortalara çıkmak, dışa kavisli ortalarda çizgide kalmak gibi) bilip bilmediğini sorgulamak lazım. Ya da Servet’in hamle çabukluğunun yeterli olup olmadığı, savunmadaki partnerinin kademesine girmeyi ne derece becerdiği, savunmada alan parselizasyonundan anlayıp anlamadığını sorgulamak lazım. Bu irdelemeler sağlıklı bir biçimde yapıldığında görülecektir ki Servet de Volkan da en iyimser ifadeyle Avrupa’da mevkilerinin vasat oyuncuları.

En büyük sorun da bu irdelemelerin yapılamaması değil mi zaten? O yüzden yıllardır kendimizi yalancı savunma starlarıyla kandırıyoruz. O yüzden bu ülkenin yetiştirdiği en başarılı defans oyuncusu (Bülent Korkmaz) savunmanın temel prensiplerini tam olarak öğrendiğinde 32 yaşına gelmiş oluyor ve milli takıma o saatten sonra en fazla 3-4 sene faydalı olabiliyor. O yüzden milli takım hâlâ bir savunma krizi içinde. O yüzden uluslararası alanda yaşadığımız başarısızlıkların çoğunda yerli defans oyuncularımızın ve kalecilerimizin bireysel hataları hep ön planda.

Ama biz yine “Servet Türkiye’nin en iyi stoperi, Volkan Türkiye’nin en iyi kalecisi, o mevkilere yabancı transferine gerek yok” diye kendimizi kandıralım. Elimize de bir türlü şu işi kitabında yazdığı gibi bilen bir kaleci ve stoper gelmesin.

15 Aralık 2007 Cumartesi

Kemal Aslan’ın Örnek Alması Gereken Kişi: Christos Patsatzoglou




Fenerbahçe ile Olympiakos arasında çok benzerlik var belki ama iki takımda öylesine birer oyuncu var ki onların arasındaki fark neredeyse geceyle gündüz gibi.

Kemal Aslan Fenerbahçe’ye Ocak 2003’te geldi. Geldiğinde o sıralar hayli istim üzerinde olan ümit milli takımımızın hem kaptanıydı, hem de Tuncay Şanlı ve Okan Koç ile birlikte en çok parlayan yıldızı...

Yaklaşık bir sene sonra Kemal ağır bir sakatlık geçirdi. Fibula kemiği bilek hizasından kırıldı. Aynısı zamanında benim de başıma gelmişti. Gerçekten zor bir kırıktır, ayak alçıdan çıktıktan sonra bileğinizi eskisi gibi döndürebilmeniz neredeyse bir seneyi bulur. Zaten çoğu kişi bu durumun farkındaydı ve Kemal’in durumu çok anlayışla karşılandı.

O sakatlıktan iki sene sonra bu kez de dizinde çapraz bağları koptu Kemal’in. Bu da bir futbolcunun geçirebileceği en kötü birkaç sakatlıktan biriydi. O günden sonra Kemal iyileşse bile bir daha doğru dürüst takıma girme şansı bulamadı.

Christos Patsatzoglou da bundan 7-8 sene önce Yunan futbolunun en önemli genç yetenekleri arasında gösteriliyordu. Hatta 2002’de İsviçre’de düzenlenecek Avrupa Ümitler Şampiyonası için oynanan baraj maçlarında Yunanistan ve Türkiye karşı karşıya gelmiş, Yunanlılar 3-0 ve 1-2’lik sonuçlarla turnuva vizesini alırlarken Patsatzoglou o takımın en çok akıllarda kalan isimlerinin başında gelmişti. (Tabii bunda maçı anlatan Erdoğan Arıkan’ın normalde “Paçacoglu” diye okuması gereken ismi -adam Karamanlılar’dan geliyor o yüzden soyadı böyle- “Pat-zag-zag-loğ” diye okumasının da etkisi olabilir)

Sonrasında 2003 yılındaki bir Olympiakos-AEK maçında Patsatzoglou aşil tendonundan ağır bir sakatlık geçirdi. Bu da yetmezmiş gibi ameliyat sonrası o bölge enfeksiyon kaptı. O sıralarda çocuğun bir daha futbol oynamasını bırakın, yeniden doğru dürüst yürümesi bile tehlikeye girmişti.

O beladan kurtulmak için bir sürü ameliyat geçirdi Patsa. İki yıllık bir aradan sonra tam futbola dönüyordu ki bu kez de Kemal gibi dizinden sakatlandı. Toplamda neredeyse üç sene boyunca sahalardan uzak kaldı.

Sonrasında ne mi oldu? Patsa yılmadı, azimle çalıştı, sonunda da bu sezon Olympiakos’un ilk 11’inin değişmez isimlerinden biri oldu. Yetmedi milli takıma da düzenli olarak çağrılmaya başladı. 28 yaşında ama 21’lik bir delikanlı gibi kaybolan yıllarının acısını çıkartıyor. Sağ bek, sağ kanat, ön libero, nerede oynarsa oynasın müthiş bir performans ortaya koyuyor. Şampiyonlar Ligi’nde deplasmanda Werder Bremen’e karşı attığı galibiyet golü de bu çabanın karşılığında alınacak en güzel mükafattı belki de.

Peki en az kendisi kadar zor günler geçiren bir oyuncu yeniden takımının yıldızları arasına girip milli takımda da oynamaya başlarken Kemal ne yapıyor? Fortis Türkiye Kupası maçlarında aldığı 30-40 dakikalık sürelere razı, lig maçlarında takımını tribünden seyretmeye razı, en büyük aktivitesiyse doğum günü kutlamalarında arkadaşlarının kafasında yumurta kırmak!

Kemal’in bu durumdan kurtulabilmesi için hâlâ önünde zaman var. Örnek alması gereken Patsatzoglou’dan iki yaş genç. Kendini toparlayabilse 6-7 sene rahat oynar. Ancak belli ki kendi kendine bu dirilişi gerçekleştirecek durumda değil. Dolayısıyla birilerinin artık onu bu konuda ciddi bir terapi altına alması gerektiği çok açık.

Türk-Yunan İkiz Kardeşler




FourFourTwo’nun 14. sayısında (Mayıs 2007) Fenerbahçe-Galatasaray rekabetiyle Olympiakos-Panathinaikos rekabetlerini kıyaslamış, aradaki inanılmaz benzerliklere dikkat çekmiştim.

Fenerbahçe ile Olympiakos’un bu rekabetlerde geri kaldıkları noktalar Avrupa Kupaları’ndaki başarıydı. İki takım da yıllardır bu alandaki eksikliklerini gidermek için Şampiyonlar Ligi’nde bir yerlere gelebilmenin hayalini kuruyorlardı.

Sonunda bu uğurda iyi bir başlangıç yaptılar. Hem de bir kez daha “Türk-Yunan ikiz kardeşler” olduklarını belgelercesine. Fenerbahçe son torbadan girdiği grupta 11 puan topladı, CSKA ve PSV’yi geçerek Inter’in ardından ikinci tura çıkmaya hak kazandı.

Olympiakos da grubunun son torbadan gelen takımıydı. Onlar da Werder Bremen ve Lazio’nun arasından sıyrılıp Real Madrid’in gerisinde grubu 2. sırada tamamladılar ve son 16’ya kaldılar. Topladıkları puan da Fenerbahçe’ninkinden ne bir eksik, ne de bir fazlaydı: 11.

Bakalım iki kulübün kader ortaklığı daha nereye kadar gidecek?

14 Aralık 2007 Cuma

Son Mu Yoksa Başlangıç Mı?




Fabio Capello günümüz teknik direktörleri içerisinde en görkemli kariyere sahip birkaç isimden biri, hatta belki de birincisi.

Gittiği her yerde, hem de kısa sürede başarıya ulaşmış birisi. Milan’da topladığı kupaları sayacak olsak yer yetemeyecek zaten ama Milan sonrasında Roma’yı 18 yıllık bir aranın ardından Serie A’da şampiyon yapması, geçen sene de kaynayan kazana dönmüş Real Madrid’i alıp Şampiyonlar Ligi şampiyonu Barcelona’nın önünde ligin zirvesine oturtması bile başla başına birer başarı öyküleri.

Gelgelelim bu sefer Capello biraz çılgın bir kumar oynadı sanki, malum, İngiliz milli takımı belki de gezegenin en lanetli takımı.

İngilizler’in dünya kupalarındaki performanslarına baktığımızda sadece 1966’da kendi evlerinde kazanılan bir şampiyonluk görüyoruz. Onun dışında ne bir final var, ne bir üçüncülük. İkinci en iyi dereceleri 1990’da yarı final oynayıp Batı Almanya’ya penaltılarla kaybettikten sonra üçüncülük maçında da İtalya’ya yenilip dördüncü olmak. Uruguay’ın iki kere dünya şampiyonu olduğu, Macaristan’ın iki kere final oynadığı, İsveç’in bir ikincilik ve iki üçüncülük elde ettiği, Şili ve Türkiye gibi dünya futbolunda hiçbir zaman marka olamamış ülkelerin bile birer üçüncülük yaşadığı dünya kupalarında futbolun mucidi olmakla övünen İngilizler’in çizdiği performans gerçekten vahim.

Avrupa Şampiyonlarındaysa vaziyet daha da berbat. 1968’de kazanılan bir üçüncülük var (o zamanlar varmış üçüncülük maçları) başka da bir numara yok. Sonraki en iyi icraat 1996’daki yarı final, o da kendi evlerinde. Final bile oynayamadıkları bu kupayı Danimarka da kazandı, Yunanistan da...

İşte Capello böyle bir milli takımın başına geldi. Bugüne kadarki kariyeri de göz önüne alındığında kendisinden bütün İngiltere 2010’da şampiyonluk bekleyecek şüphesiz. (Tabii katılırlarsa! Şaka yahu, 2008’den sonra onu da ıskalamazlar artık herhalde) Olur da Capello bunu başarırsa adının başına “Don” yakıştırması yerine gerçek bir “Sir” unvanı koyar, hatta bazıları onu II. Elizabeth’ten sonra tahtta bile görmek isteyebilir. Ve makus talihini yenen İngiliz milli takımı için de bu yepyeni bir dönemin başlangıcı olur.

Lakin olur da bu gidişatı Don Fabio’nun sihirli elleri de değiştiremezse o zaman da bu şu anda 61 yaşında olan teknik adamın parlak kariyerinin buruk sonu olur.

Cevabı 2.5 sene sonra alacağız.

Gruplardan Çıkan İlk Asyalı




UEFA’nın açılımı, Union Européenne de Football Association, Türkçe meali Avrupa Futbol Federasyonları Birliği. İyi güzel tabii ama UEFA’ya üye ülkeler içerisinde Avrupa kıtasında yer almayanlar da var. Kim olduklarını bulmak için gelin önce bir Avrupa’nın coğrafi sınırlarına bakalım.

Avrupa’nın Afrika’dan Cebelitarık boğazıyla, Asya’nın bir kısmından da İstanbul ve Çanakkale boğazlarıyla ayrıldığını ilkokul çocukları bile biliyor. Lakin Rusya dolaylarına geldiğimizde işler biraz karışıyor. Ne de olsa orada iki kara parçasını kabak gibi ayıracak bir boğaz yok. Burada en çok kabul edilen doğal sınırlar olarak Ural dağları, Ural nehri, Hazar denizi ve Kafkas Dağları gösteriliyor. Hal böyle olunca Kuzeybatısında ufacık bir parça Ural nehrinin batısında kalan Kazakistan’ın bile Avrupa’da bir toprak parçası oluyor. Kafkas dağlarına güneyden komşu olan Ermenistan ve Azerbaycan için de benzer durum geçerli. Hatta bizim de Trakya dışında Avrupa kıtasında toprağımız yok.

Bir de tamamen dışarda olanlar var. Onlar da İsrail ve Kıbrıs. Tabii bunların UEFA’ya giriş nedenleri daha çok siyasi... Topraklarının çoğu Asya’da olan Rusya, Kazakistan, Ermenistan, Azerbaycan ve Türkiye UEFA’ya girince tabii ki onlara “Avrupa Kupaları’na sadece Avrupa’da yer alan topraklarınızın takımları katılabilir” denmemiş. Böylece kulüp merkezleri ve hatta statları Asya’da yer alan takımlar da Avrupa arenasında boy gösterme fırsatını yakalamış.

1996/97 sezonunda Şampiyonlar Ligi ön elemesinde ilginç bir eşleşme gerçekleşmiş ve Fenerbahçe ile Maccabi Tel-Aviv birbirlerine düşmüşlerdi. Turu geçen, Şampiyonlar Ligi’ne katılan ilk Asyalı olacaktı. Fenerbahçe rakibini 1-0 ve 1-1’lik skorlarla eleyip Asya’yı Şampiyonlar Ligi’nde temsil etme hakkını kazandı.

O tarihten sonra Fenerbahçe dört kere daha Şampiyonlar Ligi’ne katılırken bunu başaran diğer tek Asyalı 2002/03 sezonunda Maccabi Haifa oldu. Dünkü CSKA maçının bitimiyle birlikteyse Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi’nde grup aşamasından bir üst tura kalifiye olan ilk Asyalı unvanına da sahip oldu.

11 Aralık 2007 Salı

Derbinin Rengi Siyah-Beyaz




Başlığın ilk bakışta bir Fenerbahçe-Galatasaray derbisiyle kel alaka durduğunun farkındayım. Hani bu maçtan çıkacak sonuç Beşiktaş’ı şampiyon yapsa yine anlamlı dururdu ama öyle bir durum da yok. Zaten başlık ne Beşiktaş’la ilgili, ne de tek başına geçen cumartesi oynanan Fenerbahçe-Galatasaray maçıyla.

Önce yaklaşık yedi ay öncesine gidelim isterseniz, 19 Mayıs 2007’de, Mecidiyeköy’de oynanan karşılaşmaya. 90 dakika boyunca sahaya atılan yabancı maddenin, özellikle de suyun haddi hesabı yoktu. Saha neredeyse çeltik ekimine müsait hale gelmişti. Son yıllarda her derbide git gide artan şiddet olaylarının tamamen kontrolden çıktığı tarih oluyordu 19 Mayıs 2007. İşte derbinin siyah kesimini de bunlar oluşturuyordu.

Cumartesi günüyse tamamen farklı bir derbi izledik. Tribünler tarafından ne sahaya ciddi bir fiili müdahalede bulunuldu, ne de uzun uzun küfürler edildi. Maç öncesinde veya sonrasında da emniyete fazladan mesai yaptıracak herhangi bir olay yaşanmadı. Derbinin beyaz kısmı da tabii ki buydu. Demek ki sahanın çeltik tarlasına çevrilmediği, ölmüş insanlara tecavüz etme (ki buna nekrofili diyorlar) arzusunu haykıran tezahüratların olmadığı, rakip takım tribününe çimlerin ve bozuk yumurtaların doldurulmadığı, taraftarların birbirlerinin kafasına tuvaletlerden kopardıkları mermer parçalarını ve içi sidik dolu naylon torbaları fırlatmadığı, yöneticilerin haftalar öncesinden maçla ilgili birbirlerine çocukça sataşmalarda bulunarak ortamı germediği, rakip takım taraftarlarını taşıyan otobüslerin taşlanmadığı, bu otobüslerden inen taraftarların etraftaki dükkanların camını çerçevesini indirmediği, kısaca kavgasız gürültüsüz, insanca bir derbi seyredilebiliyormuş.

Eğer bugüne kadar bir önceki cümlede saydığım rezilliklerden rahatsız olmadıysanız, derbinin bu açıdan üzerinde durulmasına gerek yok elbette. Fakat o rezilliklerden bugüne kadar yaka silkmişsek, maçla ilgili konuşulacak ilk konu da bu olmalı. Hem geçmişte yaşanan kaosu, hem de şu son maçta yaşanan sükuneti ne kadar iyi anlatabilirsek, yanlışla doğrunun arasındaki farkı ne denli iyi tanımlayabilirsek, bundan sonraki derbilerde malum rezilliklerin yaşanma olasılığı da o denli düşer.

Uzun bir girişten sonra maça gelecek olursak... Maç başlamadan Galatasaray cephesinde en çok tartışılan mevzu, Hakan Şükür’le Ümit Karan’ın yedek kalmasıydı herhalde. Halbuki çoğu kişi inanmak istemese de Fenerbahçe’nin bu yıl en güçlü yeri geri dörtlüsü ve söz konusu ikili tam da Fenrebahçe’nin geri dörtlüsü içinde kaybolup gidecek türden oyunculardı. Hakan Şükür ne eskisi gibi pres yapabiliyor, ne de hava topu alabiliyor. Üstelik hantal... Yani tam Edu-Lugano ikilisinin dişine göre. Ümit Karan’sa olmadık her pozisyonda gol vuruşu yapabilen çok kaliteli bir karambol golcüsü ama Fenerbahçe savunması artık bu tip karambollerde doğru alan paylaşımını öğrendiği için onun da bu şansları yakalayıp yakalayamayacağı meçhuldü. Sarı-Lacivertlilerin gerideki en belirgin zaafı, hızlı oyuncular karşısında ortaya çıkıyordu ki Feldkamp da muhtemelen bunu gördüğü için Serkan-Nonda tercihini yapmıştı.

Ne var ki burada bireylerden önce sistemin tartışılması daha sağlıklı olacaktır. Fenerbahçe’nin saha dizilişine baktığımızda çok asimetrik bir görüntü karşımıza çıkıyor. Sol tarafta hâlâ mevkiinde dünyanın en iyi iki-üç isminden biri olan Carlos ve önünde Uğur/Wederson şu anda Türkiye’nin açık ara en iyi çizgi hattını oluşturmuş durumdalar. Sağ taraftaysa tam bir keşmekeş yaşanıyordu ki Gökhan Gönül piyangosuyla o bölgeye nispeten biraz makyaj yapıldı. Ancak onun önünde oynayan Deivid’in varlığı, bu oyuncu gerçek bir sağ kanat nitelikleri taşımadığından özellikle defansif açıdan ciddi sorun yaratıyor.

Karşısında böylesine asimetrik bir tablo varken Feldkamp’ın sahaya gayet simetrik bir 4-3-1-2 dizilişiyle çıkması asıl tartışılması gereken konuydu. Fenerbahçe’yi etkisiz hale getirmek isteyen kişinin öncelikle sağ tarafına özel önlem alması ve burayı belki de üç kişiyle tıkaması, sol tarafınıysa sadece Hakan Balta ile emniyete alıp ofansta da Serkan’ı zaman zaman bu bölgeden içeri kat edecek şekilde denemesi daha sağlıklı olabilirdi. Böyle olmayınca Galatasaray kanatlardan doğru düzgün atak geliştiremediği gibi bir kamyon dolusu da pozisyon verdi.

Fenerbahçe’ye dönecek olursak... Bahsettiğimiz asimetri sorununu çözmeleri durumunda çok daha iyi yerlere gelecekleri aşikar. Bunun da şu an için en kestirme yolu sağ kanadın takviye edilmesinden geçiyor. Deivid ve Alex’in tek santrfor Semih’in arkasında birlikte denenmesinin bir diğer yolu İngilizler’in Noel Ağacı dedikleri 4-3-2-1 şeklindeki dizilişle mümkün olabilir ama dört yıldır ağırlıklı olarak 4-2-3-1 ve 4-4-1-1 oynayan takımın birden böyle radikal bir değişikliğe gitmesinin de apayrı sancıları da olabilir. Kaldı ki Fenerbahçe’nin kadrosunda Bu Noel Ağacı’nın orta sahasındaki defansif bloğun sağ tarafında kullanılabilecek bir adam da yok.

Maça baktığımızda sonuç üzerinde en çok etkili olan faktörlerden birinin Fenerbahçe’nin geniş kadrosu olduğunu da söylemek mümkün. Galatasaray’da genelde ilk 11 oynayanlardan Lincoln, Linderoth, Ayhan, Hasan Şaş yok ve Feldkamp sahaya dengeli bir takım çıkartmakta zorlanıyor. Fenerbahçe ise Appiah, Deniz, Tümer yokken de orta sahada herhangi bir sorun yaşamıyor.

Alex Fenerbahçe’nin en önemli silahı olduğunu 5. dakikadaki golde bir kez daha gösterdi. Attığı pas akıllara zarar! Öyle bir topu gelişine o kadar yumuşak bir şekilde takım arkadaşının önüne gönderecek başka oyuncu Türkiye’de yok, dünyadaysa iki elin parmaklarını geçmez. İşin komiği Alex koşmadığı, büyük maçlarda oynamadığı gerekçesiyle çok bilenler tarafından az eleştirilmiyordu ama adam rakip Inter, PSV veya Galatasaray olduğunda da şapkadan tavşan çıkarabileceğini bu sene yeterince gösterdi. Demek ki sorun Alex’te değil, “Alex’i oynatabilen bir takıma sahip olmakta” imiş. Fenerbahçe sonunda, biraz geç de olsa, bu takıma kavuşmak üzere. Diğer oyuncular Alex’le ne kadar iyi anlaşabilirse, onun yükünü ne kadar hafifletirse, Alex de o kadar etkili oluyor.

Fenerbahçe 1-0 öne geçtikten sonra ihtiyatlı oynamayı tercih etti ki bunda akılların bir kısmının CSKA maçında olmasının da şüphesiz etkisi vardı. Galatasaray ise Edu-Lugano ikilisinin arkasına sızması planlanan ve gerçekten de Fenerbahçe savunmasını zorlayabilecek ellerindeki tek adam olan Serkan’ı besleyecek pasları üretemediği için bu bölümde neredeyse hiç pozisyona giremedi. Arda bu pasları atması en çok beklenen kişiydi, zaten o yüzden iki forvetin arkasında serbest roldeydi. Aslında Arda gibi fazla süratli olmayan ve sol ayağıyla pek etkili ortalar yapamayan bir oyuncu için sol kanattan çok daha iyi bir mevkiiydi burası ama Arda’nın 1.5 senedir fiziksel açıdan kendini bir türlü geliştirememesi, maç içinde oyuna yeterince konsantre olamaması ve sürekli ters çalım denemek sevdasında olması onun, İngilizlerin “playing in the hole” yani “delikte oynamak” dedikleri bu pozisyonda, deliğin içinde kaybolmasına neden oldu. İşin kötüsü Arda kendine çeki düzen vermezse, daha da kötüsü o böylesine yetersiz durumdayken insanlar onu hâlâ “süperstar” diye pohpohlarsa, yeni bir Tarık Daşgün vakasıyla bile karşılaşabiliriz.

Maçın ikinci yarısında Galatasaray’ın takım halinde biraz daha ileri çıkması, Fenerbahçe’nin oynadığı hemen her uzun topta gol pozisyonuna girmesinden başka bir işe yaramadı. Fenerbahçeli futbolcular bu pozisyonlarda haddinden fazla hovardalık ettiler ama bir saatlik bölüm dolmak üzereyken Carlos’un serbest vuruşunda yaşanan karambolde Deivid maçı bitiren golü attı. Evet maç bitmişti çünkü Galatasaray’ın çeşitli teknik direktör değişiklikleri de yaşamsına rağmen neredeyse beş senedir bir türlü vazgeçemediği doldur boşalt taktiğiyle Fenerbahçe’ye gol atması zor görünüyordu. Üstüne bir de Feldkamp’ın intihar hamleleri geldi, orta sahanın nüfusu eksilirken ileriye Hakan Şükür ile Ümit Karan yığıldı. Eğer Zico’nun aklında fark yapmak gibi bir düşünce olsaydı takımın en sprinter oyuncusu Kazım’ı Deivid’in yerine, Hakan Şükür’ün oyuna girmesinin hemen ardından alır ve Galatasaray orta sahasındaki büyük boşluğu kontrataklarla değerlendirerek takımını çok daha fazla gol pozisyonuna sokabilirdi. Bu değişiklik olmayınca, üstün üstlük Deivid de kırmızı kartı görüp oyundan atılınca maç kilitlendi ve 90 dakikanın sonunda tabelada yazan skor da 2-0 oldu.

Ligde tabii ki daha köprünün altından çok sular akacak. Dolayısıyla bu maçın sonucunun ileriki haftalara ne derece tesir edeceği konusunda falcılık yapmanın pek bir alemi yok. Fakat yazının sonunda en başına dönecek olur ve bu derbide neden bir kaos yaşanmadığı üzerinde düşünmeye gayret gösterirsek, o zaman bu maç ileriki haftalara ciddi biçimde etki eder ve belki de yıllardır özlemini duyduğumuz huzurlu, sağlıklı ortamlarda maç seyretme keyfini sadece bir defaya mahsus yaşamakla kalmayız.