24 Haziran 2008 Salı

Bıktıran Muhabbet!



UEFA‚ yaptığı açıklamada Euro 2008 finalinde düdük çalacak hakemi açıkladı. 29 Haziran Pazar günü Ernst Happel´de oynanacak final mücadelesinde İtalyan hakem Roberto Rosetti düdük çalacak. Roberto Rosetti‚ Milli Takım´ımızın son oynadığı Hırvatistan mücadelesini yönetmişti. Annesi Hırvat olan Rosetti‚ maçın ardından sergilediği davranışlarla da taraf olduğunu göstermişti. Rosetti‚ penaltı atışını kaçıran Petriç´in yanına gidip bir Hırvat taraftar gibi onu teselli etmişti. 2002 yılından bu yana FIFA kokartıyla görev yapan 40 yaşındaki hakem‚ karşılaşma sırasında pozisyonlardaki takdirlerini çoğunlukla Hırvatlar lehine kullandı ve Emre Aşık‚ Tuncay Şanlı ile Arda´ya gösterdiği sarı kartlarla Almanya maçında cezalı duruma düşmelerine sebep oldu.

Yukardaki satırlar Türkiye’nin en çok okunan gazetelerinden birinden...

Rosetti’nin annesinin Hırvat olması, onun Hırvatları kollaması için yeterli bir sebepmiş bu haberi yazanlara göre. Öyle ki zaten maç içinde takdir haklarının çoğunu Hırvatlardan yana kullanmış adam!

Haberi yazanların tezlerini kuvvetlendirmek amacıyla bel bağladıkları bir diğer unsursa tepedeki fotoğraf. Adamın maç bittikten sonra yaptığı insani bir hareket bile hastalıklı zihniyetler tarafından ne şekilde yorumlanabiliyor.

Yıllardır hep aynı muhabbet. Ne zaman bir Türk takımı yabancılarla maç yaparsa yapsın hemen hakemlerden şikayetçi olunur. Hakem maçı gayet normal bir biçimde yönetmiş olsa bile. Aynı kişilerin yurtiçinde Türk hakemleri her şeyi yüzlerine gözlerine bulaştırdıklarında da “Türk hakemlerine güvenelim, hakem de insan, herkes hata yapabilir” diye konuşmasıysa felaket bir ironi örneğidir.

Neyse... Sadece şu kadarını söylemek lazım. Rosetti’nin derdi Hırvatistan’ın turu geçmesi olsaydı, Hırvatlar 119. dakikada 1-0 öne geçtikten sonra maçı 122. dakikaya kadar oynatır mıydı? Üstelik golden sonra oyuncu değişikliği talebinde bulunan Slaven Bilic’in bu talebini reddeder miydi? Adamın azıcık art niyeti olsa önce o değişikliğe izin verirdi, ardından da son düdüğü üflerdi. Kimse de buna itiraz edemezdi. 120. dakikada maçı bitirmesini bırakın, adam Rüştü’nün golle sonuçlanan o uzun topunda bile orta sahada top havadayken maçı bitirse kim ne diyecekti?

Bunları görmezden gelip hâlâ utanmadan her yabancıyı aleyhimize çalışmakla suçluyoruz. Bu yalanlarla kendimizi kandırdıkça da asıl eksikliklerimizin farkına asgari ölçüde varabiliyoruz. Allah bilir Rosetti’nin annesi Hırvat değil de Türk olsa bu sefer de kendisini vatan hainliğiyle suçlayacak kadar yüzsüzleşirdik.

Yazık!

16 Haziran 2008 Pazartesi

Altın Top’u Altıntop’a Vermek




Yukarıdaki fotoğraf Türkiye-Çek Cumhuriyeti maçının özetidir. Hamit Altıntop’un dünkü maçtaki performansı, Türkiye Çek Cumhuriyeti maçının da hikayesidir çünkü.

Lafı biraz dolaştırıp azıcık eskilere gitmek istiyorum. İnternet yok, özel televizyonlar yok, neredeyse mahalli takımları kapsayacak kadar geniş veritabanına sahip futbol oyunları yok... Böyle bir ortamda bir dünya kupası veya Avrupa şampiyonası olduğunda, takımlar hakkında fikir sahibi olmak için yaptığımız ilk şey, turnuvanın Panini çıkartma albümünü almak ve oradaki kadrolarda, kalburüstü takımlarda veya liglerde yer alan oyuncuları taramaktı. Mesela İtalya 90 öncesinde Kolombiya hakkında pek bir fikrimiz yoktu ama maçlar öncesinde Valderrama’ya odaklanmak gerektiğini biliyorduk. Takımın hemen hepsi Kolombiya’da oynarken o Fransa Ligi’nde top koşturuyordu çünkü.

Aynı mantıkla gelip bugün bizim milli takıma bakacak olduğumuzda göze ilk çarpacak isimse Hamit Altıntop olur. Adam Bayern Münih’te oynuyor çünkü. Avrupa’nın en büyük10 futbol markasından birinde...

Ancak Hamit’i turnuva başından beri Bayern’deki gibi en etkili olduğu yerde, orta sahanın ortasında kullanmamıştı Fatih Terim. Dünkü maçın ilk yarısında da önündeki Tuncay ile birlikte millilerin en kötüsü Hamit’ti. Takımın da sağ kanadı toptan çökmüştü.

57. dakikada Topal-Kazım değişikliği sonrası Hamit’in Topal’dan boşalan yere geçmesi, Aurelio biraz daha geri dururken onun forvetlere yakın oynaması, sağ kanattaki ölü toprağının da Sabri’nin dinamizmiyle atılması, Türkiye’nin dirilişindeki kilit faktörlerdi. O ana kadar biraz Arda takımı ileri sürüklemeye çalışıyordu ama yetmiyordu. Hamit’in ağırlığını koymasıyla takım uçmaya başladı.

Üç asist yaptı Altıntop. Üç gol atmaktan daha zordur üç asist yapmak. O, bunu başardı.

Tabii futbol çok tuhaf bir oyun. 2-0’ken Çeklerin Polak’la bulduğu pozisyonda topun direkten dönmesi, ardından Emre Aşık’ın Polak’ın kafasını yarmasına hakem Fjördfeldt’in faulü, yani penaltıyı vermemesi... Dünyanın en iyi üç kalecisinden biri olan Cech’in 40 yılda bir denk gelecek bir biçimde topu elinden kaçırması ve Nihat’ın beraberlik golünü atması... Euro 2004’ün en hücumcu teknik direktörü Karel Brückner’in, bu turnuvada en savunmacı teknik adamlardan birine dönüşmesi ve elinde Baros gibi bir kontratak silahı varken Koller gibi hantal bir oyuncuya 90 dakika boyunca tahammül etmesi...

Şu saydıklarımızın biri bile olmasa, bugün belki de Hamit ve arkadaşlarının müthiş mücadelesi sonuçsuz kalmış olacaktı. Ama futbol bu yüzden de güzel ya zaten... Yarım saat içinde birçok akıl almaz olay bir arada cereyan edebiliyor ve tüm bunların sonunda, turnuvada iki buçuk maçtır sağ bekte aksamakla meşgul olan bir oyuncu orta sahaya geçip takımını sırtlayıp çeyrek finale taşıyabiliyor. Üstelik, tekrar yazmak lazım, takımının attığı üç golün de asistini yaparak! Belki de Euro 2008’in en büyük bireysel gösterisini sergileyerek!

Ne var ki hâlâ köhne bir kulüpçü zihniyete hizmet eden ve Üç Büyüklerin peşinden koşmakla yetinen Türk Spor Medyası, bu maçın ardından Altın Top’u Altıntop’a vermeye bir türlü cesaret edemiyor. Adam Bayern Münih’te oynuyor çünkü. Avrupa’nın en büyük 10 futbol markasından birinde... Ve ne yazık ki Türkiye’de para etmeyen bir markada...

15 Haziran 2008 Pazar

Kral Otto Tahttan İndi




Bir an için dört sene öncesine gidiyorum. Euro 2004 yarı finali... Turnuvanın flaş takımı Çek Cumhuriyeti’yle, sürpriz takımı Yunanistan karşı karşıya... 90 dakika Yunanlılar maçı 0-0’a bağlıyor, uzatmalarda da bir köşe vuruşunda Dellas’tan gelen gümüş golle finale yükselen taraf oluyorlar. Acaba diyorum, o maçta gümüş golle finale kalan taraf Çek Cumhuriyeti olsaydı, Euro 2004’ü nasıl hatırlardık? Sonra da şu sonuca varıyorum: Muhtemelen Portekiz-Çek Cumhuriyeti finalinden çok Yunanistan’ın başarısının konuşulduğu bir turnuva olurdu Euro 2004.

Öyle ya, açılış maçında ev sahibi Portekiz’i yenmişler (hatta varsayımımıza göre belki de aynı Portekiz daha sonra Çek Cumhuriyeti’ni finalde yenip şampiyon da olacaktı), gruptan İspanya’yı geride bırakarak çıkmışlar, çeyrek finalde de son şampiyon Fransa’yı saf dışı bırakmışlardı. Hatta yarı finalde Çek Cumhuriyeti’ne elenmeleri durumunda belki birçok kişi “yazık oldu Yunanistan’a” bile diyecekti. Fakat yarı finalde Çekleri, finalde de Portekiz’i, futbol oynatmamaya odaklı bir oyunla ve duran toptan gelen birer golle yenerek kupaya uzanmaları, Yunanistan’ı çok daha farklı bir konuma yerleştirdi. Yarı finalde elense hakkında kahramanlık öyküleri yazılabilecek takım, şampiyonluğa ulaşınca neredeyse alay konusu oldu.

Büyük bir çoğunluk, bu şampiyonluğun Yunanistan’a tanrının bir lütfu olduğunu düşünüyordu. Yine büyük bir kesim, Yunanistan’a, ortaya koyduğu anti-futbol anlayışından ötürü tepkiliydi. Yunanistan’ı mucizevi bir başarıya götüren bu anlayışın ilerde birçok takıma kötü örnek olmasından da korkuluyordu.

Öyle ya da böyle, sonuç getiren bir sistem vardı Rehhagel’in elinde. Bu sistemde ısrarcı olması durumunda Euro 2008’de de en azından bir çeyrek final görebilirdi takımı. Ancak ne olduysa Rehhagel takımın kısıtlı hücum planını bozmayı tercih etmişti. Bunu ilk İsveç maçından sonra da yazmıştık. Kısa bir forvet olan Gekas’ın 4-3-2-1 dizilişinde en ilerde yer alması, tek santrfor oynamaya gayet müsait bir fizikte olan ve Euro 2004’te de zaten o şekilde görevlendirilen Charisteas’ın da ofansif orta saha gibi oynatılması, işleyen düzene çomak sokmuştu.

Rehhagel ortada bir diziliş sorunu değil de sanki bireysel bir sorun varmış gibi dünkü Rusya maçında da Charisteas’ı aynı görevle sahaya sürdü, yaptığı değişiklikse Gekas’ın yerine Liberopoulos’u en öne koyarak başlamak olmuştu. Tabii netice açısından bir değişiklik olmadı. Yunanistan yine gol yollarında etkisiz kaldı. 61. dakikadaki Liberopoulos-Gekas değişikliği ve arızalı sistemin bir önceki maçta olduğu gibi aynen devam etmesi, hayretlerimizi bir kat daha arttırdı. Ortada Rehhagel gibi tecrübeli bir isim olunca insan “mutlaka bir bildiği vardır” demeden edemiyor. Fakat işin kötü tarafı, Rehhagel’in o “bildiğinin” ne olduğu düşünüldüğünde bir türlü net bir cevap bulunamıyor olması. Öyle ya, yaptığı tercih mantık olarak Roberto Carlos’u stopere, Lucio’yu da beke yerleştirmekle hemen hemen aynı doğrultuda!

Tüm bunlara bir de Nikopolidis’in yine takımını yakan bir gününde olması eklenince, Yunanistan’ın Rusya önünde de 1-0’lık bir mağlubiyet alması kaçınılmaz oldu. Sonuçta bir önceki turnuvanın Avrupa şampiyonu, bu turnuvada iki maç sonunda ne gol atabildi, ne de puan alabildi. Yazının başında da belirttiğimiz üzere Yunanistan’ın 2004’teki Avrupa şampiyonluğu zaten büyük bir kesim tarafından ciddiye alınmamıştı, bu sonuçlarla birlikte artık çok daha fazla iğnelenecekler.

İspanya’dan Bir İlk




İsveç-İspanya mücadelesinde, İsveç teknik direktörü Lagerback’in, gruptaki ilk maçlarından farklı olarak, sakatlanan Wilhelmsson’un yerine sağ kanada, aslen bir forvet olan Elmander’i yerleştirdiğini, onun da arkasında ihtiyar Alexandersson’dan ziyade Stoor’u tercih ettiğini görüyorduk. İspanya’ysa onbirinde hiçbir değişikliğe gitmemişti.

Aslında Alexandersson’un yerine Stoor’un tercih edilmiş olması, Lagerback adına önemli bir gelişme çünkü kendisi ısrarla veteran oyuncuları kadroya dolduran bir teknik direktör. Bu açıdan Henrik Larsson tercihi sonuna kadar anlayışla karşılanabilir ama onun dışındaki seçimleri gerçekten sorgulanacak cinsten.

Lagerback’in en çok keyif kaçıran yanıysa takımını futbol oynatmamaya programlaması. İlk maçta karşısında da kendisi gibi bir teknik direktör (Rehhagel) bulmuştu ve ortaya futbolseverler için eziyet gibi geçen bir oyun çıkmıştı. Dün neyse ki İspanyollar daha pozitif bir görüntüdeydi de maçın en az 60-70 dakikası orta yuvarlak ve çevresinde geçmekten kurtuldu.

İspanya’nın kanatsız 4-1-3-2 anlayışının onlara sorun yaratabileceğini düşünüyorduk ama İsveç’in kanat oyuncuları Ljungberg ile Elmander, İspanyolların savunmalarının sağında ve solunda oynayan Ramos ile Capdevila’yı buna rağmen yeterince zorlayamadılar. Aslında kağıt üzerinde David Silva sol, Iniesta da sağ kanatmış gibi görünüyor ama bu oyuncular taç çizgisine yaklaşmaktan ziyade sürekli ortaya kaçıyorlar. Göbekten hücum etmeye kalktıklarında bu müthiş bir artı sağlıyor onlara. Aynı şekilde savunmaları da cepheden kolay kolay açık vermiyor. Fakat savunmasında göbeği iyi kapatan, hücumda da kanatları iyi kullanan bir rakip karşısında alternatif bir şablon üretmeleri şart. Özellikle de çeyrek finalden itibaren oynanacak maçların telafisinin olmayacağı düşünülürse.

İspanya ilk çeyrek saat dolmak üzereyken güzel bir korner organizasyonu neticesinde Torres’in fırsatçılığı ile öne geçti ama bu golden 10 dakika sonra Puyol’un sakatlanıp yerini Albiol’e bırakması İspanya adına önemli bir zaaf doğurdu. Zaten çok geçmeden Ibrahimovic o arızalı bölgeye sızıp skora dengeyi getirmeyi bildi. Ancak devre arasında da Ibrahimovic’te bir sorun çıkmış olacak ki İsveç takımı ikinci yarıda sahaya onun yerine Rosenberg’le çıktı. Bu bölümdeki en ilginç teknik direktör hamlesiyse Aragones’ten geldi. Tecrübeli teknik adam daha 58. dakikada Iniesta ve Xavi’yi oyundan alıp yerlerine Fabregas ile Cazorla’yı sahaya sürerek bütün değişiklik haklarını tamamlamış oldu. Duraklamalar da hesaba katılırsa yaklaşık 35 dakika vardı maçın bitmesine ve olası bir sakatlık durumunda takımının 10 kişi kalması riskini göze almıştı Aragones.

Lagerback’in anti-futbol anlayışı, maçın ikinci devresinin uzun süre kısır bir görüntüde geçmesine neden oldu. Lakin duraklama dakikalarında David Villa sahneye çıkarak Lagerback’e ve onun futbol anlayışına cezayı kesti. Bu galibiyetin İspanya açısından önemi büyük. Zira İspanyollar, Avrupa Şampiyonalarında grup maçları uygulamasına geçilen 1980 yılından beri ilk kez bir turnuvaya ilk iki maçta iki galibiyet alarak başlamış oldular. Önceleri ya ilk maçı kazansalar devamını getiremezler, ya da hepten kötü başlarlardı. İkide iki yapmış olmanın, 1964 yılından beri hasret oldukları şampiyonluk yolunda onlara çok daha büyük bir özgüven ve umut aşılayacağı muhakkak.

14 Haziran 2008 Cumartesi

Hollanda Bildiğini Okuyor




2006 Dünya Kupası’nda futbolseverler hiç de alışık olmadıkları bir Hollanda seyretmişlerdi. Takım Fildişi Sahili’ni 2-1, Sırbistan-Karadağ’ı da 1-0’lık skorlarla zar zor yenmiş, Arjantin’le golsüz berabere kalmış, en sonunda da ikinci turda Portekiz’e tek golle boyun eğerek evinin yolunu tutmuştu. Dört maçta sadece üç gol atabilmişlerdi ki bu hücumcu özelliğiyle tanınan Hollanda takımından belki de en son beklenecek şeydi.

Teknik direktör Marco van Basten, kendisine yöneltilen tüm eleştirilere rağmen, Hollanda’nın yıllardır büyük turnuvalarda defansif sorunlar nedeniyle başarıdan uzak kaldığını düşünüyor ve inatla savunmaya ağılık veren bir futbol oynatmayı sürdürüyordu. Euro 2008 elemelerinde de Romanya, Bulgaristan, Slovenya, Belarus, Arnavutluk ve Lüksemburg’un yer aldığı grupta, 12 maçta sadece 15 gol atabildiler. En farklı galibiyetleri 3-0’la Belarus karşısındaydı. Lüksemburg gibi Avrupa’nın en kötü 3-4 takımından biri karşısında bile iki maçta da 1-0’lık galibiyetler alabilmişlerdi. Tabii 12 maçta sadece beş gol yemişlerdi ve defansif açıdan bu önemli bir başarıydı. Van Basten’in istediği de bu değil miydi zaten?

Ancak görünen o ki Van Basten de Hollanda futbolunun doğasına aykırı bu durumdan yeterince sıkılmış. Hollanda takımı da bildiğini okumaya başlamış. Elinde Van Nistelrooy, Sneijder, Van Der Vaart, Van Persie, Robben gibi isimler olan bir takımın da yapması gereken zaten ofansif bir futbol oynamak olmalıydı. Nihayet doğru yol bulunmuş.

Fransa teknik direktörü Domenech’e baktığımızdaysa Van Basten’den daha inatçı biri olduğunu görüyoruz. Kağıt üzerinde belki de turnuvanın en iyi kadrosuna sahip Domenech ama takıma öyle bir defansif mantalite yerleştirmiş ki hücuma kalktıklarında topu Ribery’nin önüne atıp garibanı çatlatacak kadar koşturmak dışında ne yapacaklarını pek bilmiyorlar.

Romanya maçından farklı olarak dünkü maçta sağ açığa Govou geçmiş, Ribery oradan ortaya, santrfor arkasına kaymış, santrfor görevine de Anelka yerine Henry soyunmuş, Benzema dışarda kalmıştı. Lakin bu değişikliklerin Fransa’ya yarayıp yaramadığını bile anlama fırsatı bulamadık çünkü maçın başında Kuyt’ın kafasıyla gelen gol, oyunu tam Hollanda’nın istediği şekle soktu.

Hollanda’nın müthiş ayağa pas yapan ve son derece hızla hücuma çıkan oyuncuları var. Bu da demek oluyor ki Hollanda’ya karşı fazla açılmayacaksın. Aksi takdirde daha ne olduğunu anlamadan bir kontratakta topu kalende görebilirsin. Ama geriye düşünce gol atman da lazım, gol atmak için de açılman lazım... Gel de çık işin içinden!

Domenech de zaten bu işin içinden çıkmakta bir hayli zorlandı 1-0’dan sonra. Yaklaşık 20-25 dakika ciddi bir tedirginlik yaşadı Fransa takımı. Ancak daha sonrasında toparlanıp yüklenmeye başladılar. Adeta Hollanda-İtalya maçının bir kopyasını seyrediyorduk.

Fransa’nın fazla yüklenmeye başladığını gören Van Basten, ikinci yarının başında kontratağa biraz daha yatırım yapma amacıyla Engelaar-Robben değişikliğine gitti. 4-2-3-1’den 4-1-4-1 gibi bir dizilişe döndü. Ancak bu değişiklik sonrasında yaklaşık 15 dakika boyunca görüldü ki Van Basten’in hamlesi Fransa’ya yaramıştı. Orta sahada ipler tamamen Fransızların eline geçmişti. Hollanda kalesi de bunaldıkça bunalıyordu. Hatta 54’te Henry’nin Van Der Sar ile karşı karşıya kalıp hayretlere seza bir biçimde topu üstten auta göndererek harcadığı bir fırsat var ki adeta maçın kırılma noktasıydı.

Fakat Van Basten deyim yerindeyse dört ayak üzerine düştü ve Robben çıktığı ilk ciddi kontratakta, 55’te oyuna giren bir başka oyuncu Van Persie’ye golü attırarak hocasının verdiği karar nedeniyle kendi başını yakmasını önledi. Domenech’in cesaretiyse anca bu golden sonra geldi. Malouda-Gomis değişikliğine giden teknik adam, çift santrforla gol aramaya başladı. Fransızların bu baskısı nihayet bitime yirmi dakika kala Henry ile sonuç verdi. Lakin Hollandalılar adeta santradan topu alıp gittiler ve Robben’in iğne deliğinden geçirdiği topla farkı tekrar ikiye çıkardılar.

Bu gol aynı zamanda Fransa’yı nakavt eden goldü. Kalan sürede Govou’nun yerine Anelka’yı oyuna alıp üç santrforla oynamayı deneseler bile öylesine mağlubiyeti kabullenmiş bir havadaydılar ki hiçbir üretkenlik gösteremediler. Duraklama dakikalarında Sneijder’in attığı golse işin tuzu biberi oldu.

Böylece elemelerde son derece vasat takımlar karşısında 1.25 gol ortalaması tutturabilen Hollanda, turnuvada son dünya kupasının finalistleri önünde 3.5 gol ortalamasına ulaştı. Hollanda’nın bu futbol anlayışına ters gelebilecek takımlarsa muhtemelen cümbür cemaat kapanıp onların ele avuca sığmayan oyuncularına geniş alan bırakmayan ve yine onlara katiyen kontratak imkanı vermeyen takımlar olacaktır. Bu açıdan gruptaki son Hollanda-Romanya maçı bir hayli ilginç olabilirdi. Zira Romanya az önce yaptığımız tarife cuk diye oturuyor. Ancak Hollanda’nın şimdiden ununu elemiş, eleğini de asmış olması, Portakalların zaafları hakkında o maçta da çok net bir fikir sahibi olmamızı engelleyecek.

Romanya Yeni Yunanistan Olur Mu?




Fransa maçında elde ettiği 0-0’lık beraberlikten bir hayli memnun görünen Romanya teknik direktörü Piturca, İtalya önüne de hayli defansif bir kadroyla çıktı. Öyle ki Fransa maçında defansın önünde üçlü bir defansif blok daha vardı, orta sahanın tek ofansif ismi Nicolita’ydı, dün bu bile değişmişti, Nicolita’nın yerine geriye daha çok yardımcı olan, ileriye de daha az çıkan Flotrentin Petre’yi görüyorduk.

İtalya’daysa Hollanda bozgununun ardından Donadoni adeta silbaştan yapmıştı kadroyu. Savunmada Zambrotta sol bekten sağ beke, Panucci de sağ bekten stopere geçmiş, Barzagli ile Materazzi devre dışı kalırken yerlerine Grosso ile Chiellini girmişti. Yani savunmalarında pozisyon olarak dört oyuncunun birden yeri değişmişti. Sadece bu kadarla kalsa iyi. Orta sahada Ambrosini ile Gattuso’nun yerine De Rossi ile Perrotta, forvette de Di Natale’nin yerine Del Piero sahadaydı.

İki hücumcu bek, orta sahada Gattuso ve Ambrosini’ye oranla ileriye daha çok destek veren iki oyuncu ve Del Piero faktörüyle İtalyanlar bu maçta çok daha gole yakın bir görüntü çiziyorlardı. Takımın sırtında kambur olmaya devam eden isimse Camoranesi’ydi. Arjantin asıllı oyuncu turnuvanın şu ana kadarki en büyük hayal kırıklıklarından biri. Onun olduğu bölgenin neredeyse hiç işlememesi, en uçta oynayan Toni’nin de fazlasıyla yalnız kalmasına sebep oluyor.

Buna rağmen İtalyanlar daha canlı bir futbol oynuyorlardı ve galibiyete de daha yakın duruyorlardı. Maçın başında Del Piero’nun yan ağlarda kalan kafa vuruşuna Romenlerin cevabı bir duran toptan oldu, Chivu’nun rakip savunmadan seken kafası direkten döndü. Her iki tarafın da yakaladığı bu iki ciddi fırsat sonrasında Romenler yine katı savunmalarıyla İtalyanların hızını kesti. Yine de ilk yarının sonlarında İtalyanlar Toni ile aradıkları golü buldular ama yan cenahtan kalkan hatalı bir ofsayt bayrağı nedeniyle sevinçleri kursaklarında kaldı. Bir gün önce Polonya ofsayttan bir gol bulurken bir gün sonra İtalya’nın nizami golü ofsayt gerekçesiyle sayılmıyor. Gel de Erman Toroğlu’nun bir reklamda bulunduğu hakemlere LCD televizyon verme önerisine katılma!

İkinci yarının başında Zambrotta’nın kısa düşen geri pasında araya giren Mutu Romanya adına golü attı atmasına ama Romen taraftarlar daha zıplamaya devam ederlerken İtalyanlar bir dakika içinde bir duran toptan Panucci ile beraberliği yakaladılar. Bu gollerin sonrasında da teknik direktörler oyuna müdahale etmeye başladı. Donadoni Perrotta’yı çıkarıp Cassano’yu, Piturca da Petre’yi çıkarıp Nicolita’yı alarak biraz daha hücuma göz kırptılar sanki. Ancak bu değişiklikler sahadaki gidişatı değiştirmek için yeterli olmadı.

Bu turnuvada en çok dikkat çeken noktalardan biri, ceza sahası içindeki itiş kakışlara hakemlerin hiç tolerans göstermemesi. Önceki gün Avusturya’nın son dakikada kazandığı penaltının ardından dün de Romanya aynı şekilde bir penaltı kazanınca hakemlerin bu konuda turnuva başlarken özel olarak uyarıldıklarına inanmaya başladık. Kazanılan penaltıyı Mutu gole çevirebilse son dünya şampiyonu daha ikinci maçların bitimiyle birlikte bavullarını toplamaya başlayacaktı ama Buffon müthiş bir refleksle takımını ipten alan isim oldu.

Romanya’nın oynadığı futbol akıllara Euro 2004’teki Yunanistan’ı getiriyor. Maçı kilitlemeyi, rakiplerine bir türlü istedikleri oyunu oynatmamayı ürkütücü bir biçimde başarıyorlar. Dün görüldü ki ara sıra gol de atabilecek durumdalar. Bu oyunla elde edecekleri hiçbir sonuç bence sürpriz olmayacaktır. Tabii dört sene önce Yunanistan’ın yaptığını bu sefer de Romenlerin yapması durumunda artık futbolun tabutuna son çivinin çakılmış olacağı da acı bir gerçek.

13 Haziran 2008 Cuma

Yine De Yazık Oldu Avusturya’ya




Avusturya teknik direktörü Josef Hickersberger, Hırvatistan maçında 50 sene öncesinin moda dizilişi WW’yu (3-2-3-2) denedikten sonra bu sefer kadroda üç oyuncu değiştirerek klasik 4-4-2’ye dönmüştü. Polonya’ysa en öndeki Smolarek-Saganowski-Guerreiro ile neredeyse kanatsız bir 4-3-3 oynuyordu. Bu sefer nostaljiye imza atan Beenhakker’di yani. İngiltere’nin 1966 Dünya Kupası’ndaki taktiğinden esinlenmişti.

Tabii 40 yıl önceki İngiltere’den farkları orta sahada çizgiye biraz daha yakın oyuncular kullanmalarıydı. Lakin ilk maçta ön libero oynayan Dudka’nın bu maçta sağ kanada geçmesi, sol taraftaki Polonya’nın baş belası Krzynowek’in de ne yerini ne de ne yaptığını bilmesi neticesinde Polonya orta sahası bir tek Lewandowski’ye kalıyordu. Abartırsak 4-1-3 gibi zavallı bir saha dizilişi vardı Polonya’nın. Buna defansın hantallığı ve Avusturya’nın maça yüksek tempoda başlaması da eklenince, Avusturyalılar ilk 25 dakika içinde tam dört ciddi gol pozisyonuna girdi. Gelgelelim karşılarında öyle bir Boruc vardı ki, herhalde bir çok Polonyalı 1970’lerdeki fırtına Polonya takımının efsane kalecisi Jan Tomaszewski’yi hatırlamıştır. Boruc’un bu maçta gösterdiği performansla da David Villalar, Sneijderler, Decolar da dâhil olmak üzere, turnuvada şu ana kadar en yüksek bireysel performansa ulaşan isim olduğunu söylemek hiç de abartı olmayacaktır.

Boruc engelini bir türlü aşamayan Avusturya’yı kötü bir sürpriz daha bekliyordu. 1980’li yıllarda özellikle TRT spikerlerinden çokça duyduğumuz o “atamayana atarlar” kuralının kurbanı oldular. Üstelik Polonya’nın attığı golde ofsayt da vardı. Zaten kenarda da Hickersberger’in o anki bakışları her şeyi özetliyordu. Tecrübeli teknik adam adeta “şnitzel dananın başına gelenler bizim başımıza gelmedi” der gibiydi.

İlk Hırvat maçındaki etkili oyunun karşılığının alınamaması, fırtına gibi girilen ikinci maçta da buna karşın yine yenik duruma düşülmesi, Avusturyalıları büyük bir moral çöküntüye sürükledi. Dakikalar ilerledikçe oyundaki hakimiyetlerini hepten kaybettiler. Polonyalılar da orta saha Lewandowski’ye biraz daha yardımcı olmaya başlayınca oyun o bölgede kilitlendi.

İkinci yarının ortalarında Hickersberger etkisiz Linz ve Ivanschitz’i Kienast ve Vastic ile değiştirdiyse de bu değişiklikler maçın gidişatına pek yansımadı. Beenhakker’in yaptığı değişikliklerse daha çok vakit değiştirme amaçlıydı. Ancak son dakika içinde amatörce yaptırdıkları bir penaltı, Avusturya’nın hiç de hak etmediği bir sonuçla karşılaşmasını bir nebze de olsa engelledi. Boruc da yese yese anca böyle penaltıdan gol yiyecekti zaten.

Her şeye rağmen insan Avusturya için yine de “yazık oldu” demeden edemiyor. Maçın gidişatına bakıldığında sahadan üç farklı bir galibiyetle bile ayrılabilirlerdi ki öyle bir durumda son maçta Almanya karşısında elde edecekleri bir beraberlik bile turu geçmeleri için yetecekti. 3-1 kazanmış olsalardı o zaman da Almanya ile beraberlik durumunda penaltı çekişeceklerdi. Ama tüm bunlar olabilecekken zar zor bir puan aldılar ve artık Almanları yenmekten başka çareleri de yok. Ama bunu yapmaları için önlerinde iki sebep var. Biri malumunuz çeyrek finale çıkacak olmaları, öbürü de 1982 Dünya Kupası’nda Almanya’yla yaptıkları o utanç maçını hafızalardan silmek için bundan güzel bir fırsatın olmaması.

Balon Patladı




Polonya maçından sonra Almanya’nın nasıl favori gösterildiğini anlamadığımı söylemiştim. Dünkü Hırvatistan maçından sonra anladım ki tamamen üzerlerindeki formanın ağırlığı sayesinde favori gösteriliyorlar. Alman oyuncuların üzerinden o Alman Milli Takımı formasını çıkarıp yerine orta karar bir takımın, atıyorum Polonya’nın formasını giydirseler, insanlar bu takımın maçını seyrettikten sonra “şu Ballackowski iyi topçuymuş” derdi, fazlası olmazdı.

Yine ilk maçların ardından Almanya’nın özellikle ilerde çift forvet varken bir de sol açığa Podolski’yi koymasının defansif açıdan çok ciddi bir sorun olduğunu belirtmiştik. Zaten Polonya’ya karşı bile en çok bu yüzden orta sahada hakimiyet kurmakta zorlanmıştı Almanlar. Bu sefer karşılarında Polonya’dan çok daha iyi top yapabilen bir takım olunca hepten çuvalladılar.

Slaven Bilic bu gidişle birkaç sene içinde Avrupa’nın yıldız teknik direktörlerinden biri olacak. Hırvatların Avusturya önünde zorlanmalarında çift oyun kurucuyla, yani hem Modric, hem de Kranjcar ile oynaması etkili olmuştu. Normalde insan bu durumda bir teknik direktörün tek oyun kurucuya düşmesini bekler. Peki Bilic ne yaptı? Modric ve Kranjcar’ı kadroda tuttuğu gibi onların yanına bir de Rakitic’i yerleştirdi. Bu arada forvetteki Olic-Petric ikilisinden Petric eksilmişti. Bu değişiklik sayesinde elindeki oyun kurucuların sol kanada sıkışma süresini azalttı Bilic. Öyle ya, iki oyun kurucu varken, bunların dönüşümlü oynadığını düşünecek olursanız, her biri 45’er dakikayı sol kanatta geçirmiş olur. Ama üç oyun kurucu aynı şekilde oynarsa bu süre kafa başına 30 dakikaya düşer.

Ayrıca Rakitic-Kranjcar-Modric üçlüsü o kadar seri ve etkili ayağa paslarla oynadılar ki Alman orta sahasını tamamen iflas ettirdiler. Bununla yetinmeyip Almanlar savunmadan çıkmaya çalışırken de çok etkili hücum pres gösterileri sergilediler.

Podolski’nin sürekli ceza sahasına yaklaşması, turnuvanın en iyi sağ kanat oyuncularından bir olan Srna karşısında Almanların sol beki Jansen’i tek başına bıraktı. Oradaki madeni Hırvat sağ bek Corluka da keşfedince Almanların sol kanadı çöktü. İşin garibi diğer tarafta da üç oyun kurucunun aralarındaki rotasyon karşısında Fritz’in tamamen sahadan silindiğini ve Lahm’ın tek kişilik bir mücadeleyle ayakta durmaya çalıştığını görüyorduk.

Sonuçta bu oyun farkı skora da yansıdı ve önce Srna, Jansen’in ters kademeye girmekte gecikmesinden faydalanarak takımını önce geçirdi, ardından da ilk yarının son 15 dakikasında Kranjcar iki önemli fırsat yakaladı. Bunların ilkinde kendisi kötü bir vuruş yaparken ikincisinde Lehmann’ın müthiş bir kurtarışı söz konusuydu.

İkinci yarı başlarken Löw’den bir intihar hamlesi daha geldi. Löw, sol tarafta Podolski’nin başına ne gibi işler açtığını fark edememiş olsa gerek, bir de sağ açığa Odonkor’u yerleştirdi. Sağ beke Fritz geçerken Lahm da sol beke kaydı. Çıkan isim Jensen’di. Böylece Almanlar adeta 4-2-4 oynamaya başladılar. Hırvatlar da geri çekilip iyi alan daraltınca ortaya sadece Hırvatlara kontratak imkanı tanıyan bir oyun çıktı. Olic’in ikinci golünden sonra Löw bu kez kısmen doğru bir hamle yaptı. Podolski’yi asıl mevkiine yerleştirirken Gomez’i oyundan aldı, Schweinsteiger’i de sol kanada koydu. Riskli 4-2-4 düzeni değişmemişti ama sol kanat en azından defansif yönü biraz daha yüksek olan bir isim kazanmış, formda Podolski de forvette hayalet Gomez’den oluşan boşluğu doldurmuştu. Son 10 dakikaya girilirken Podolski golünü de attı ama Almanların yapacağı hepi topu bu kadardı. Hırvat savunması hava toplarında zaten çok etkiliyken ısrarla doldur boşalt oynamak Almanya’ya daha fazla bir fırsat yaratmadı.

Böylece, beklentilerin aksine, Hırvatlar grubu lider tamamlamayı büyük ölçüde garantiledi. Almanlar çıkarsa ikinci sırada çıkacak gruptan ve karşılarında da Portekiz olacak. İki taraf en son iki yıl önceki dünya kupasında, üçüncülük maçında karşılaşmış ve Almanlar 3-1’lik bir galibiyetle ayrılmışlardı sahadan. Ama bu kez üçüncülük maçına kıyasla çok daha ciddiye alınacak bir maçta karşılaşacaklar ve onları iki sene öncekinden çok daha tehlikeli durumdaki bir Ronaldo bekliyor olacak. İşleri gerçekten çok çok zor.

12 Haziran 2008 Perşembe

Tufanın Ardından Kara Göründü




Nihat Kahveci şu anda Türkiye’nin uluslararası düzeyde açık ara en başarılı oyuncusu. İspanya Ligi’nde, iki kere çok ciddi sakatlıklar geçirmesine rağmen, altı senede 80 küsur gol atan ve iki kere de lig ikinciliği yaşayan bir oyuncu Nihat. Bu başarıları elde ederken de hep ikinci forvet olarak oynamış. Real Sociedad’da Kovacevic ile, Villarreal’de de Tomasson veya Rossi ile kurduğu ortaklıklarla parlamış.

Portekiz maçında en uçta tek başına kalmak, Nihat’ı etkisizleştirdiği gibi Türkiye’nin de hücum gücünü bir hayli azaltmıştı. Teknik direktör Fatih Terim de bu gerçeği kabullenerek İsviçre önüne en ilerde Nihat ile Tuncay’ı birlikte görevlendirerek başladı. Ancak bu sefer de Tuncay’ın turnuvanın hayal kırıklığı yaratan isimleri arasında adının geçmesini sağlayacak derecede kötü performansı, Türkiye’nin ilk yarıda hücumda bir türlü kendini gösterememesine neden oluyordu.

Emre’nin sakatlığıyla birlikte Tümer forma şansı bulmuştu. Onun her iki yanındaysa Arda ile Gökdeniz’i görüyorduk. Kısacası hayli cesur bir 4-1-3-2 dizilişi uyguluyordu Terim. Fakat Türkiye’nin savunmada çok büyük zaafları var. Hamit sağ bek oynamayı hâlâ yadırgıyor. Hakan Balta da diğer tarafta arkasına çok kolay adam kaçırıyor. Savunmanın sağı ve solu böylesine bozuk, göbeğinin önündeki yegane emniyet sübabı da Aurelio olunca, Türkiye her an her şekilde gol yiyebilecek bir takım görüntüsü çiziyor.

Tüm bu aksiliklerin üzerine bir de Nuh tufanını andıran yağmur eklenince oyun tamamen İsviçre’nin istediği yöne gitti. Türkiye’de forvetlerin arkasındaki Gökdeniz-Tümer-Arda üçlüsü, ağırlaşan zeminde bir türlü top yapamıyordu. Rakibinin orta sahasının ve kanatlarının hepten çöktüğünü gören İsviçreliler de bu zaafları değerlendirip Hakan Yakın’la golü buldu. Turnuvada Polonya asıllı Podolski’nin Polonya’ya gol atmasının ardından bu kez de Türk asıllı Hakan Yakın Türkiye filelerini havalandırmıştı. Zaten o da gol sonrası Podolski gibi ağırbaşlı davranmayı tercih etti. Podolski ile farklılaştığı noktaysa, golden birkaç dakika sonra benzer pozisyonda boş kaleye ikinci golü kaçırmasıydı. O pozisyon maçın da kader anı oldu zira fark ikiye çıksaydı, Türkiye’nin o bozuk yapısı içinde bunun altından kalkması çok zor olurdu.

İkinci yarıya gelindiğinde Gökdeniz ve Tümer’in yerine Semih ile Mehmet Topal’ı alan Terim, klasik 4-4-2’ye döndü. Aurelio-Topal ikilisi savunmanın önüne sağlam bir set çekerken Nihat da Semih’le birlikte aradığı ortağa kavuşmuştu ve çok geçmeden de yeni ortağını harika bir asistle selamladı, Semih de zaten Alex’den almaya hayli alışık olduğu böylesine bir asistle karşılaşınca golü bulmakta zorlanmadı.

Yağmurun devre arasında dinmesi, ikinci yarıya da golle başlanılması, Türkiye’nin bu bölümde çok daha baskılı oynamasını da sağlıyordu. Fakat kanatlardaki zayıflık devam ediyordu. Bir başka zaafsa zaman zaman hücuma kontrolsüz çıkılması ve savunma güvenliğinin elden bırakılmasıydı. Böyle anlardan birinde İsviçreliler neredeyse üçe bir yakaladıkları Türkiye savunmasına az kalsın cezayı kesiyorlardı. Felaketi Volkan önledi. Bu da ilk yarıda Hakan Yakın’ın kaçırdığı golden sonra maçtaki ikinci kırılma noktasıydı.

Maç berabere bitecek olsaydı, İsviçre’nin gruptan çıkabilmek için son maçta Portekiz’i yenmesi yeterli olmayacaktı. Üstüne üstlük Türkiye’nin de Çek Cumhuriyeti’ni yenmesini bekleyeceklerdi. Hal böyle olunca son dakikalarda panik halinde hücum girişimlerinde bulundular. Onların kontrolü böylesine kaybetmesi de Türkiye’nin kontrataktan ikinci golü bulup, Çek Cumhuriyeti’yle bir bakıma baraj maçına kalmasını sağladı.

Yazının açılışını Nihat’la yapmıştık, kapanışını da Arda’yla yapalım. Arda 2006/07 sezonuna müthiş bir başlangıç yapmasının ardından kısa sürede çok inişli çıkışlı performanslar göstermeye başlamış ve kafalarda da birçok soru işareti yaratmıştı. Özellikle fiziksel açıdan ilerleme kat edememesi büyük bir sorundu. Bu sezonun başlarında da bozuk görüntüsü devam edince fazlasıyla tartışılan bir isim haline de gelmişti. Sezonun son kısmında yine 1.5 sene önceki görüntüsüne yaklaşmıştı belki ama yine de önceleri beklendiği ölçüde büyük bir yıldız olacak mıydı, bu açıdan bir ispatta bulunamamıştı. Zira üst düzey bir futbol ortamında henüz kendisini gösterememişti. Ne geçen seneki Şampiyonlar Ligi, ne de bu seneki UEFA Kupası maçlarında...

Arda’nın söz konusu ispatı yaptığı maç, dünkü İsviçre maçı olmuştur. Oyunun genelinde aslında yine çok etkili değildi ama bence asıl yıldız karakterini ortaya koymasında bu durum daha da belirleyicidir. Çünkü yıldız oyuncunun bir özelliği de budur. Maç boyunca çok etkili olamasa da bir anda ortaya çıkıp maçı çevirebilen kişiler yıldız olur. Arda da dün bunu yaptı. Hanesine yazılacak bir başka artı da, ilk yarısı su balesi gibi geçen bir maçta, onca efor sarfedildikten sonra, son dakikada 50 metre top sürüp tüm bunların ardından golü getirecek şutu atmak için gereken gücü bulabilmesiydi. Bu yönüyle de artık fiziksel zaaflarını da asgari düzeye çektiğini göstermiş oldu.

Bu sonuçla birlikte Ay-Yıldızlı gemidekiler, hem mecazi hem de fiziki bir tufanın sonrasında, karayı gördüler. Tabii geminin limana yanaşabilmesi için son olarak güçlü bir Çek dalgasını da sağ salim atlatması gerekecek.

Deco Farkı




Gruptaki ilk maçlarını galibiyetle tamamlayan iki takımı karşı karşıya getiren Portekiz-Çek Cumhuriyeti maçı, bir bakıma grubun liderlik maçıydı. Sahadan galip ayrılan taraf yüzde 99 grup birinciliğini elde edecekti. Bunun bir diğer anlamı da diğer grubun muhtemel birincisi Almanya ile yarı finalden önce eşleşmemekti.

İsviçre maçından sonra Brückner’in elindeki malzemeye göre hareket ettiğini ve eskisi gibi ofansif yetenekleri üst düzeye sahip oyuncuları olmadığı için artık hücumcu değil, savunmacı bir takımla oynadığını yazmıştık. Dünkü maçta da Portekiz karşısına 4-5-1’deki tek forvet Baros ve orta beşlinin sağında oynayan Sionko hariç tamamen defansif özellikleriyle var olan bir takımla çıktılar zaten. Ancak Portekiz’in daha ilk dakikalarda golü bulmasıyla birlikte beklendiği ölçüde defansif bir oyun ortaya koymadıklarını da söylemek lazım.

Uzun süredir formsuz olan, ilk maçta da forma şansı bulamayan Baros, nihayet Euro 2004’teki performansından kesitler sunduğu bir günde olunca da Çekler Portekiz’in üstüne gitmeye başladığı andan itibaren tehlikeler de birbiri ardına geldi. Zaten 10 dakika içinde bir köşe vuruşunda, takımın öteki hücumcusu Sionko ile golü de buldular.

Portekiz’in Türkiye maçında en çok övülen isimlerinden biri olan Joao Moutinho dün sahada hayalet kılığına girmişti sanki. Yanındaki Petit’in de fiziksel açıdan çok güçlü bir ön libero olmaması neticesinde Portekiz orta alanda Çin ordusu gibi yayılan Çekler karşısında her zamanki pas trafiğini kurmakta zorlandı. Sağ bekten sol beke devşirilen Paulo Ferreira’nın o bölgede idare etmekten fazlasını yapamaması, onun önündeki Simao’nun da adeta “ben abartılan bir oyuncuyum, benden bir şey beklemeyin” dercesine bir türlü etkili olamaması da Portekiz adına bir başka handikaptı. Ferreira’nın önüne Ronaldo geldiği zamanlar bu kanat biraz daha dengeli bir hale bürünüyor ama Ferreira-Simao önlü arkalı oynarken bu bölge Portekiz için pimi çekilmiş en bombası gibi. Eğer Çeklerin sağ beki Grygera, önündeki Sionko’ya hücumda biraz destek verebilseydi, bugün belki Portekiz’in turnuvada nasıl bir hayal kırıklığı yaşadığından bahsediyor olacaktık.

Portekiz’in zaafları bunlardı ama o zaafların çok fazla kendini belli etmemesini sağlayacak iki müthiş artısı da vardı. Bunlardan ilki tabii ki sezonun yıldızı Ronaldo. İkincisiyse Barcelona’dan ne hikmetse kovalanmaya çalışılan Deco’ydu. Deco şu ana kadar turnuvanın kesinlikle en iyi oyun kurucusu. Özellikle üçüncü golde Ronaldo’yu kaçırırken attığı pası izlemek, birçok güzel golü izlemekten daha keyif vericiydi.

Çekler ikinci yarıda geriye düşmelerinin ardından Koller ve Vlcek’i oyuna alıp 4-3-3’e döndüler. Hatta zaman zaman Sionko’nun katılımıyla 4-2-4’ü andıran bir yapıya da büründüler. Böylece ofansif oyun oynamaya niyetlendiklerinde bunu nasıl yapacaklarını da gösterdiler. Brückner’in bu taktik hamlesi, Portekiz’in bir başka sorunlu bölgesini teşkil eden kaleci Ricardo’nun özellikle yan toplardaki beceriksizliği sayesinde az kalsın sonuç da verecekti. Ancak ele geçirilen fırsatlar değerlendirilemeyince maçta perdeyi kapatmak da yine Deco’ya düştü ve onun az önce söylediğimiz olağanüstü pasının ardından Ronaldo-Quaresma işbirliği sayesinde Portekiz sahadan 3-1 galip ayrılarak artık B Grubunda ikinci olacak takımı beklemeye başladı.

11 Haziran 2008 Çarşamba

Gekas’ın Yükselen Formu ve Yunanistan’ın Çöküşü




Yunanistan dört yıl önce gol yemeye yemeye, arada da birer tane ata ata şampiyon olduktan sonra bu sefer de turnuvaya aynı planı uygulamaya çalışarak bailadı ama bu sefer daha ilk denemede başarısız oldular.

Yunanistan dört yıl önceki şablonunu genelde pek değiştirmeyi düşünmedi. 4-3-2-1 şeklinde sahaya yayılıyorlardı, hâlâ da öyle yapıyorlar. Değişen sadece son kullanma tarihi geçen oyuncular oldu. Onların da yerine aynı mevkide en az onlar kadar görev yapabilen isimler yerleştirildi aslında. Kapsis’in yerine Kyrgiakos ve Fyssas’ın yerine Torosidis gibi. Ancak Yunanistan’ın başını ağrıtan, ne tuhaftır ki, kendilerini dört yıl önce şampiyonluğa taşıyan golleri atan Angelos Charisteas’ın, aradan geçen süre içinde yaşadığı büyük düşüş ve bir başka forvet oyuncusu Gekas’ın da, aynı süre zarfında, tam tersi istikamette gösterdiği çıkıştı. Bundesliga gol krallığına uzanacak kadar ciddi bir çıkıştı hem de bu.

Aslında bir eski ile bir artıyı yan yana koyunca çok ciddi bir değişikliğin yaşanması beklenmiyor ama futbol matematik değil işte. Yunanistan bunun şu anki en güzel örneklerinden. Dört yıl önceki sistemin çalışmasındaki en önemli unsurlardan birisi, fizik olarak çok kuvvetli bir santrfor olan Charisteas’ın en ilerde rakip savunmayla boğuşması, bu esnada da onun arkasında oynayan Giannakopoulos ile Vryzas’ın da sürekli alan değiştirerek rakibin o bölgede iyice dengesini bozmasıydı. Bu sadece ani ataklarda değil, takım savunmasında da Yunanistan’ın çok işine yarıyordu.

Bugün gelinen noktadaysa, Gekas’ın Bundesliga’daki yüksek gol yüzdesinin, Rehhagel için yanıltıcı olduğunu görmekteyiz. Öyle ki Rehhagel 1.70’lik Gekas’ı şablonun en ucuna yerleştirmiş. 1.90’lık Charisteas’ı da onun arkasındaki ikilinin sağ tarafına koymuş. Böyle olunca Gekas rakip savunmanın arasında çok rahat bir biçimde eriyip gidiyor, Charisteas da ceza sahasından uzakta oynayıp daha çok o bölgeye top taşıma işini beceremiyor. İsveç önünde Yunanistan’ın hiçbir şey yapamamasındaki en belirleyici faktör bizce buydu.

İsveç’e gelecek olursak... Yunanistan renksiz futbolu yüzünden ne kadar eleştiri hak ediyorsa bizce İsveç bunun iki kat fazlasına müstehak. Çünkü ellerinde Yunanistan’ınkinden daha iyi bir malzeme olmasına rağmen onlardan daha farklı bir zihniyetle sahada yer aldıkları söylenemez. Vasatın biraz üzerinde oyunculardan kurulu bir takımınız varsa ve o oyuncularınızın tamamına yakını zaten defansif özellikleriyle ön plana çıkıyorsa, kısacası adınız Yunanistan’sa, o şekilde oynamanız aslında normal. Rehhagel elindeki malzemeye göre bir bakıma doğrusunu da yapıyor. Ancak İsveç cephesinde durum farklı. Ellerinde çok daha fazla yıldız oyuncu var. Ofansif becerisi çok yüksek isimler var. Lakin teknik direktörleri Lagerback buna rağmen İsveç’i 0-0’a razı bir zihniyetle sahaya sürebiliyor.

Ayrıca Lagerback’in muhafazakarlığına da değinmek lazım. İsveç’te ne kadar 35 yaş civarında futbolcu varsa onlara sarılıyor Lagerback. Hani kaleci Isaksson’un yerine Ravelli, Ibrahimovic’in yerine de Brolin’i çağırsa neredeyse bir nostalji onbiri kurmuş olacak. Elmander, Rosenberg, Kallström gibi yeni neslin önemli oyuncularını mecbur kalmadıkça düşünmüyor. İsveç’in renksizliğinin nedenlerinden biri de bu. Gerçekten çok ilginç bir tercih Lagerback’inkisi.

İki takım da oyunu kördövüşünden öteye taşımayacak bir yapıda olunca, maçın 0-0 bitmemesi için olağan üstü bir durumun gerçekleşmesi gerekiyordu. O da Ibrahimovic’in golü oldu. Euro 2004’ün en güzel golünü atan Ibrahimovic, herhalde Euro 2008’de de bu unvanı başkasına kaptırmayacak. Tabii bu arada Hansson’un golünü de unutmamak lazım. O da jeneriklik bir goldü. Futbol-komedi programlarında bol bol gösterilecek cinsten.

Basketbol Maçı Gibi




Sadece Avrupa Şampiyonası’nda değil, tüm futbol maçlarında son zamanlarda böylesine keyifli bir maç seyretmemiştik herhalde. İspanya da Rusya da öylesine hücum sevdalısı bir oyunla başladılar ki karşılaşmaya, ortaya müthiş bir tempoda seyreden, basketbol maçını andıran bir maç çıktı (Tabii basketbol maçı benzetmesi yapmışken, bu noktadan hareketle İspanya’nın galibiyete çok iyi fast breaklerle gittiğini de söyleyebiliriz).

İspanya’nın sahada yer aldığı düzen kanatsız bir 4-1-3-2 idi. Savunmanın önünde Senna, onun önünde Xavi-Iniesta-Silva’dan oluşan, tamamı göbekte oynayan oyunculardan kurulu bir orta sahaları vardı. Savunmanın beklerindeki Sergio Ramos ile Capdevilla da birer kanat beki değiller. Rusya’ysa 3-4-1-2 şablonunu tercih etmişti. Aslında bu kadar net ifade edilebilecek bir şablon uygulamadılar ama illa rakamsal ifadede bulunmak gerekirse bu kadarını söyleyebiliriz. Sol kanatlarını tamamen Zhirkov’a emanet etmişlerdi. Sağ kanatsa pozisyona göre forvetten Sychev’in, orta sahadan Semshov’un, defanstan da Anyukov’un bu bölgeye kaymasıyla idare ediliyordu.

Kanatların boş kalması ve oyunun muazzam bir süratle göbekten oynanmasıyla birlikte de görmeye alışık olmadığımız bir manzara ortaya çıktı. İki taraf da rakip kaleye yüklendiklerinde golle burun buruna gelebiliyordu. Bu andan itibaren farkı yaratan tecrübe ve şans faktörleri oldu. Tecrübe diyoruz çünkü Rus savunması çok ciddi alan paylaşım hataları yaptı. Bunun sonucunda da gollerde hep arkalarına olmayacak şekilde adam kaçırdılar. Şans diyoruz çünkü yedikleri ilk golün hemen ardından geliştirdikleri atakta bir topları direkten döndü. O bir karışlık fark, belki maçın skoru üzerinde de belirleyici oldu.

Rusya defansta aksamasına karşın bence hücum organizasyonları adına şiir gibi bir futbol oynadı. Turnuvada şu ana kadar bu maçtaki rakibi İspanya ve bir önceki gün sahne alan Hollanda ile birlikte en pozitif futbolu oynayan takımdı Ruslar. Bu turnuvada belki az önce vurguladığımız tecrübesizlik faktörü yüzünden iz bırakamayabilirler ama ellerinde yaş ortalaması da hayli düşük sayılabilecek bir takım var ve bundan sonra 2010, 2012 ve 2014’te düzenlenecek üç uluslararası turnuvanın en az birinde Rusya’da çok ciddi bir başarı beklemek hayalcilik olmayacaktır.

İspanya için kağıt üzerinde turnuvanın en güçlü kadrosuna sahip takım bile denebilir. Dün de müthiş bir başlangıç yaptılar turnuvaya. Ancak 2006 Dünya Kupası hatırlanacak olursa İspanyollar için hâlâ soru işaretleri olduğunu söylemek mümkün. 2006’ya Ukrayna’yı 4-0 yenerek başlamışlardı. Gruptan da üçte üç yaparak çıkmışlar ama hemen sonrasında, Fransa’ya 3-1’le boyun eğmişlerdi. O zaman takım kanatsız bir 4-3-3 oynuyordu. Bu sefer de kanatsız bir 4-1-3-2 oynayan İspanya, açılışı, Ukrayna ile aynı ekole sahip Rusya karşısında yine dört golle yaptı. Gruptan üçte üç yaparak lider çıkmaları da muhtemel. Ve nasıl bir tesadüftür ki çeyrek finalde Fransa ile eşleşmeleri de kuvvetle muhtemel. Bakalım tarih İspanya adına bu sefer de tekerrür edecek mi, yoksa şeytanın bacağı en sonunda kırılacak mı?

10 Haziran 2008 Salı

Turuncu Devrim




İtalya uluslararası turnuvalarda en son kalesinde ikiden fazla gol gördüğünde tarih 21 Haziran 1970’ti. Dünya Kupası finalinde Peleli, Rivelinolu, Jairzinholu, Tostaolu Brezilya ile karşılaşmışlar ve sahadan 4-1 mağlup ayrılmışlardı. Neredeyse 40 yıllık bir aranın ardından bu kez Hollanda karşısında 3-0’lık bir bozguna uğradılar ve Avrupa Şampiyonası finallerinde de tarihlerinin en farklı yenilgisini yaşadılar.

Elbette Cannavaro’nun turnuva öncesi sakatlanması ve Nesta’nın zaten daha önceden milli takımı bırakmış olması, İtalyanların meşhur defansına büyük bir darbe indirmişti. Ancak dünkü maçta İtalyanların sarsılmasındaki başlıca etken, Roberto Donadoni’nin 4-3-3 dizilişinde sağ açık ve sol açık olarak görev yapan Camoranesi ile Di Natale’nin sahada yokları oynamasıydı. İlk bakışta fazla dikkat çekmiyor belki ama bu oyuncuların geriye hiç gelmemesi, Hollanda’nın orta sahada üstünlüğü ele almasına yol açtı. İtalyanlar Hollanda’nın bu bölgedeki beş oyuncusuna karşılık üç kişiyle varlık gösteremedi. Ayrıca Camoranesi ile Di Natale’nin, santrfor Toni’ye de yeterince yanaşıp destek olmaması, İtalya’nın hücumda da pasif kalmasına neden oldu.

Hollanda’nın hem orta sahanın hakimi olması, hem de topla çok çabuk oynaması, golün geleceğinin sinyallerini daha ilk dakikalardan itibaren vermeye başladı. Van Nistelrooy Buffon’dan sıyrıldığı bir pozisyonda tökezlemese, Portakallar golü daha erken bulabilirdi. Yine de Van Nistelrooy, birkaç dakika sonra, aut çizgisinin kenarında uyuyakalan bir İtalyan futbolcunun ofsaytı bozmasından faydalanarak bu durumu telafi etmekte gecikmedi. Beş dakika sonrasında gelen ikinci golse, sadece bu turnuvanın değil, Avrupa Şampiyonalarının bugüne kadar atılmış en güzel gollerinden biriydi. Van Bronckhorst’un çizgiden çıkardığı topun hemen ardından müthiş bir depara kalkması, Van Der Vaart’ın vakit kaybetmeden topu tekrar Bronckhorst’a aktarması, bu futbolcunun arka direğe yaptığı ortayı Kuyt’ın kafayla indirmesi ve Sneijder’in o topa yaptığı muazzam son vuruş... Yıldırım gibi çabuk ve oya gibi ince bir goldü.

İkinci yarıda Donadoni biraz geç de olsa takımın aksayan yerlerini onarmaya çalıştı. Önce Panucci’yi göbeğe çekip Materazzi’yi çıkardı ve Grosso’yu oyuna dahil ederek Zambrotta’yı sağa çekti. Takımın iki kanadı da çalışmaya başladı. Tıpkı iki yıl önceki dünya kupasındaki gibi. Ardından da başta da söylediğimiz ana sorunu gidermek için Di Natale ve Camoranesi’yi kenara alıp Del Piero ile Cassano’yu sahaya sürdü. İtalya oyunu iyiden iyiye Hollanda kalesi önüne yıktı. Grosso, Toni ve Del Piero ile önemli fırsatlar da yakaladılar. Hollanda’nın dört sene önceki turnuvada Çek Cumhuriyeti karşısında 2-0 galibiyetten 3-2’lik mağlubiyete düştüğünü hatırlayanlar da maçı daha bir heyecanla seyretmeye başladılar. Ancak Pirlo’nun frikiğini Van Der Sar’ın müthiş bir refleksle çıkarmasının ardından yine yıldırım hızıyla kontratağa kalkan Portakallar, üçüncü golü de bulunca İtalya nakavt oldu.

Hollanda böylelikle turnuvanın şu ana kadarki en flaş performansını sergiledi. İtalya’ysa adeta komaya girdi. Fakat bu maçı bundan sonraki maçlar için yine de ölçü kabul etmemek lazım. Dünkü Fransa-Romanya maçında görüldü ki bu iki takım da, orta sahalarını Hollanda’ya İtalyanlar kadar kolay teslim edeceğe benzemiyor. Hollanda’nın farklı stratejiler geliştirmesi gerekebilir. Portakalların özellikle baskı yedikleri anlarda savunmada çok fazla bocaladıklarını da gördük. Bu zaafları kah İtalyanların beceriksizliği, kah Van Der Sar’ın olağanüstü performansıyla fazla göze batmadı ama bunun hep böyle olacağının garantisi yok. İtalyanlar için de fazla kaybedilmiş bir şey olduğunu düşünmüyorum. Sonuçta Fransa da Romanya’ya puan kaybetti ve İtalyanlara kalan ki maçta dört puan bile yetebilir. Tabii bunun gerçekleşebilmesi için, Hollanda önündeki hatalardan ders çıkarmaları şart.

Vakit İsrafı!




Ara sıra FIFA’nın puan dağılımında yeni uygulamalar icat etmesinin gerekliliği sorgulanır. Genellikle de bu doğrultuda yapılan öneriler futbolun doğasına çok aykırı olduğu için ciddiye bile alınmaz. Ancak dünkü Fransa-Romanya maçı gibi karşılaşmaları seyrettikten sonra insan ister istemez 0-0’lık beraberliklerde her iki tarafın da sahadan puansız ayrılması gerektiğini düşünüyor.

Tabii böyle maçların akıllara getirdiği sadece bu değil. İnsan, ömründen iki saati nasıl heba ettiğini de düşünüyor haliyle. “O iki saatte bir kitap okusaydım”, “çıkıp dışarı hava alsaydım” hatta “yatıp uyusaydım” şeklinde düşünceler insanın beynini kemiriyor.

Futbol yazmak lazım ama ne yazacağız? Yazacak bir şey yok ki! Futbol yok çünkü ortada!

Romanya dörtlü savunmanın önüne Chivu, Radoi ve Cociş’i yerleştirmiş. Bunların ikisi zaten stoperden devşirme ön liberolar. Altı halis savunmacı artı bir de kaleci... Kalan oyunculardan Mutu ile Niculae ilerde bekliyor. Arada da gariban Nicolita koşuşturmaya çalışıyor.

Fransızlar daha mı pozitifti peki? Hayır. Kırk yılda bir canı çektiğinde futbol oynayan Anelka zaten karşısında kalabalık bir savunma görünce kendisini hiç zorlama ihtiyacı hissetmedi. Genelde sahanın gölgelik kesimlerinde gezinip durdu. Ribery bir şeyler yapmaya çalıştıysa da Romenlerin aşırı sertliği karşısında çabuk yıldı. Gözler Benzema’daydı belki ama bu hengamenin içinde o da doğru dürüst topla buluşamadı.

Maçta bir kıvılcım çakabilecek yegane taktik hamle, Benzema-Nasri değişikliğinden sonra Ribery’nin kanattan göbeğe çekilmesiydi fakat bundan da bir netice alınamadı.

Dileriz turnuva sonuna kadar bir daha böyle bir maç izlemek zorunda kalmayız.

9 Haziran 2008 Pazartesi

Asıl Hain Podolski Değil, Krzynowek!




Almanya’nın Polonya’yı 2-0 yenerken gollerin ikisine de aslen Polonyalı olan Lukas Podolski’nin imza atması, bu maçla ilgili akıllarda en çok kalan detay olacak herhalde. Kim bilir belki de Polonyalılar şimdiden Podolski hakkında şakayla karışık “vatan haini” yakıştırmalarında bulunmaya başlamışlardır. Ancak dün gece Polonya’ya ihanet eden biri varsa bu Podolski değil, Krzynowek’ti.

Almanlar, klasik 4-4-2’ye yakın oyun anlayışlarında Podolski’yi sol açık mevkiinde görevlendirerek oyuna başladılar. Ancak Podolski’nin forvette oynamaya alışkın bir oyuncu olması, onun sürekli Klose-Gomez ikilisinin yanına kaymasına neden oldu ve Almanlar orta sahada bir kişi eksik oynamaya başladılar. Polonya’nın forvetindeki Zurawski-Smolarek ikilisinden de biri ilerdeyken diğeri hep geriye geliyor ve Polonya orta sahasını beşliyordu. Böylece maçta uzun süre Polonya oyuna hakim taraf oldu.

Bu hakimiyetin neticeye yansımamasınıysa birkaç maddede açıklayabiliriz. Öncelikle henüz 40. saniyede Lehmann’ın hatalı çıkışı sonucu Krzynowek’in önüne düşen bir top var ki bu, Polonya adına maçtaki belki de en net gol pozisyonu. Krzynowek ayağının içiyle topun dibine dokunsa güzel bir aşırtma golle takımını 1-0 öne geçirecek. Ancak o gitti tuhaf bir voleyle bu topa abanmayı tercih etti ve topu kale yerine Alplerdeki bir dağ köyüne göndermiş oldu. Bunun arından da Polonya savunması lüzumsuz bir ofsayt taktiğiyle iki kere Alman forvetleri kalecileri Boruc ile baş başa bıraktı. Pozisyonların ilkini Gomez değerlendiremediyse de ikincisinde Podolski affetmedi.

Bundan sonrasında, az önce bahsettiğimiz Polonya hakimiyeti iyiden iyiye ortaya çıktı. Lakin Polonyalılar oyunu akıl almaz bir ısrarla Krzynowek üzerinden oynamaya çalıştılar ve bu oyuncu da aldığı her topu yine akıllara zarar bir biçimde ezmeyi başardı! Almanya’nın orta alan zafiyeti karşısında Polonyalılar altın değerinde bir fırsat yakalamışlardı aslında ama Krzynowek, futbolu Türkiye’deki halı sahalarda öğrenmişçesine bir performans sergileyince, bu fırsat heba oldu gitti. Onun performansı kadar şaşırtıcı olanıysa, teknik direktör Leo Beenhakker’in ona 90 dakika boyunca tahammül etmesiydi.

Almanların maç boyunca yaptıkları en alkışlanacak hareket, 69. dakikada tam 19 pas yaparak, kendi ceza sahalarından karşı ceza sahasına kadar gidip, Ballack’ı gol pozisyonuna sokmalarıydı. Ballack’ın şutu biraz daha aşağıdan gitse belki de turnuvanın hazırlanış bakımından en güzel golünü izlemiş olacaktık.

Almanya’nın bu kadrosuyla nasıl turnuvanın favorisi olarak gösterildiğine hiç anlam veremiyordum. Dünkü maçı seyrettikten sonra bu görüşüm daha da pekişti. İtalya, Fransa, İspanya, Portekiz gibi takımların, oyuncu kalitesi açısından kesinlikle gerisindeler. Real Madrid’de takıma giremeyen Metzelder, Arsenal’da Almunia’nın yedeği olan (ki o Almunia İspanya Milli Takımı’na çağırılmadı) Lehmann ve Bayern’de neredeyse rezerv takımda oynaması gündemde olan Podolski’den yıldız yaratmaya çalışıyorlar. Şu anda gerçekten dünya yıldızı olarak gösterilebilecek tek oyuncuları Ballack. Takım oyunuyla yükselmeleri bekleniyor deseniz dün nasıl bir taktik yanlışlıkla orta sahalarını Polonya’ya teslim ettikleri de ortada. Şu halde görünen en büyük avantajları, turnuvanın en kolay grubunda yer almaları ve diğer gruptan da Portekiz dışında onları zorlayacak bir takımın gelmeyecek olması. Bir başka deyişle finale kadar onları Portekiz dışında engelleyebilecek bir takım yok. Ama olur da finale kalırlarsa İtalya, Fransa, İspanya, hatta Rusya karşısında şansları yüzde 50’nin üzerinde olur mu, orası çok tartışılır.

Yarım Asırlık Sistem Nostaljisi




1950’lerdeki Macaristan Milli Takımı, futbol dünyasının o dönemki belki de en görkemli ekibiydi. Takımın teknik direktörü Gusztav Sebes, yaklaşık 30 yıldır dünyada en çok kullanılan sistem olan ve 3-2-2-3 şeklinde ifade edebileceğimiz WM dizilişinde ufak çapta bir değişikliğe giderek bunu 3-2-3-2’ye çevirmiş, WW olarak adlandırılan yeni bir sistem ortaya çıkarmıştı. Bu sistemin en büyük zaferi de kuşkusuz Macarların 1953 yılında Wembley Stadı’nda WM uygulayıcısı İngiliz Milli Takımı’nı 6-3’lük bir bozguna uğratmasıydı.

Aradan 55 yıl geçti. Futboldaki sistemler de doğal olarak bir hayli değişti. Ancak dün gördük ki, Macarların vakt-i zamanında büyük başarıyla uyguladığı o sistemi, bugün hâlâ uygulamaya çalışanlar var. Üstelik bunlar, asırlar boyu Macarlar gibi Habsburg İmparatorluğu’nun tebaalarından biri olmuş bir millet: Avusturyalılar.

Avusturya teknik direktörü Josef Hickersberger’in elinde turnuvanın en az şans tanınan kadrosu vardı. Üstüne üstlük kendisi bir de deminden beri bahsettiğimiz o demode WW sistemiyle sahaya sürmüştü takımını. Ancak Avusturya-Hırvatistan maçı bizlere, söz konusu sistemin günümüzde de çok başarılı sonuçlar verebileceğini neredeyse gösterecekti. Neredeyse diyoruz çünkü Avusturya takımı, hemen hemen maçın başından sonuna kadar bu oyun anlayışıyla sahada mutlak bir hakimiyet kurmasına rağmen, bireysel yeteneklerinin pek fazla olmaması nedeniyle sonuca gidemedi.

Hırvatlar daha 4. dakikada buldukları penaltı golünden sonra, tüm futbol kamuoyunun uzun süredir küçümseyip durduğu rakiplerinden öyle bir baskı yediler ki herhalde buna kendileri de şaşırmışlardır. Avusturyalıların baskılı ve iştahlı oyunları karşısında Hırvatlar öncelikle 1-0’lık avantajlarını korumayı amaçladılar.

Hırvatistan’ın Avusturya karşısında orta alanda hakimiyeti elden kaybetmesinin en büyük nedeni, teknik direktörleri Slaven Bilic’in forvetteki Olic-Petric ikilisinin arkasında iki oyun kurucu birden (Kranjcar ve Modric) oynatmasıydı. Kağıt üzerinde orta dörtlünün solunda görünen Kranjcar’ın göbeğe kayması, o koridoru bir hayli boşalttı ve tecrübesiz sol bek Pranjic’e de bir hayli yük bindi. Bunu gören Avusturyalılar, forvetlerindeki Harnik’i de sağ açığa kaydırarak özellikle o bölgeden Hırvat savunmasını bir hayli yıprattı. İkinci yarının ortalarında Bilic’in yaptığı Kranjcar-Knezevic değişikliği sonrasında Hırvatların yarasına biraz pansuman yapıldıysa da aynı dakikada defansif bir orta saha oyuncusu olan Saumel’in, forvet arkası oynayan Vastic ile değiştirilmesiyle birlikte, Avusturya göbekten de yüklenmeye başladı. Birkaç dakika sonra da sol tarafta etkisiz kalan Gercaliu’nun yerine Ümit Korkmaz girince, Avusturya takımı Hırvat kalesini tamamen abluka altına aldı.

Ancak dedik ya Avusturya’nın fazla bireysel yeteneği yok diye... İşte bu yüzden kurulan baskı bir türlü gol getirmedi. Hırvatların savunmasının göbeğinde oynayan Robert Kovac ve Simunic özellikle hava toplarında son derece başarılı, fizik üstünlüğü olan oyuncular. Bu savunma en çok yerden oynayarak aşılabilirdi ama Avusturya’da ne o savunmanın arkasına çok ince, derin paslar atabilecek oyuncular vardı, ne de öyle bir pasın atılması durumunda defansın arkasına sarkıp topla buluşabilecek oyuncular... Hal böyle olunca karşılaşmanın başında Aufhauser’in bir anlık gaflette bulunarak sebebiyet verdiği penaltı, Avusturya’ya pahalıya mal oldu.

8 Haziran 2008 Pazar

Yunanistan Modeli İşe Yaramadı




Fatih Terim turnuva öncesinde takıma 4-3-3 oynatacağını söylediğinde hemen hemen herkes bir kadro tahmini yapmıştı. Bunların kaçta kaçı 11’de 11 isabet sağlamıştır bilinmez ama herhalde hiçbiri bu 4-3-3’ün nasıl bir oyun anlayışıyla sergileneceğini doğru tahmin edememiştir.

4-3-3 dendiğinde çoğu kişi Hollanda tarzı bir 4-3-3 bekliyordu. Yani ilerde bir sol, bir sağ, bir de merkez forvetten kurulu bir hücum hattı, ortada da oyunu iki yönüyle de oynayan bir üçlü hat... Ancak dünkü maçta gördük ki Fatih Terim’in kafasındaki asıl model, Otto Rehhagel’in Yunanistan’ının modeliymiş. Biraz daha detay vermek gerekirse, Terim’in bahsettiği 4-3-3’ün açılımı 4-3-2-1 şeklindeymiş.

Yunanistan dört yıl önce böyle Avrupa şampiyonu olmuştu. Çok sert oyunculardan kurulu geri dörtlünün önündeki Zagorakis-Basinas-Karagounis (veya Katsouranis) üçlüsü rakip atakları çok iyi kesebildikleri gibi topu da ileriye doğru gayet olumlu kullanabilen oyunculardı. En ilerde Charisteas rakip savunmayla boğuşurken onun arkasındaki Vryzas ve Giannakopoulos da sürekli alan değiştirerek rakibin dengesini bozmaya, fırsat bulduklarında da Charisteas’ı toplu buluşturmaya çalışıyorlardı.

Türkiye maçın başında bir bakıma Charisteas’ın yerine Nihat, Vryzas-Giannakopoulos ikilisinin yerine Tuncay-Mevlüt ikilisi ve Zagorakis-Basinas-Karagounis üçlüsü yerine de Aurelio-Emre-Kazım üçlüsüyle bu sistemi uygulamaya çalışır bir görüntü içindeydi. Charisteas ile Nihat’ın birbirine tamamen zıt özellikte iki futbolcu olması (biri fiziği diğeri tekniği ve süratiyle ön plana çıkıyor) iki resim arasındaki en büyük aykırılık gibi gözükse de Terim’in sisteminin Rehhagel’inki kadar işlememesinin bireysel anlamdaki asıl sebebi, ortadaki üçlü hatlar arasındaki farklılıktan kaynaklanıyordu. Aurelio ile Emre belki Zagorakis ile Basinas’ı ikame edecek isimler ama Kazım, Karagounis gibi top rakipteyken rakibi rahatsız edecek ve top kapacak özelliklere pek sahip değil. Tabii ilerideki üçlü de Portekiz savunmasının dengesini bozacak derecede etkili olmayınca Portekiz oyunda müthiş bir hakimiyet kurmakta zorlanmadı.

Buna rağmen Portekiz maçın ilk yarısında, Ronaldo’nun direkten dönen frikiği dışında korkunç bir tehlike yaratmadı. İkinci yarıda Mevlüt’ün yerine Kazım’ın çekilmesi ve ondan boşalan bölgeye Sabri’nin alınmasıyla biraz daha Rehhagel’in takımına benzemeye çalıştık. Ancak arada oyuncu değişiklikleriyle gideremeyeceğimiz bir fark daha vardı maalesef. Yunanistan Avrupa şampiyonluğuna giden yolda bu oyun düzeninde üç sene boyunca ısrarcı olmuştu. Bizse üç hafta dahi yapmamıştık bunu. Dolayısıyla takım savunmasını bir türlü hakkıyla yapamadık. Portekiz’in ilk golünde savunmadan çıkan Pepe’nin takım arkadaşlarıyla verkaçlara gire gire kaleye yaklaşması ve bu esnada hemen hemen bütün Türk Milli Takımı oyuncularının nutkunun tutulması da bunun bir göstergesi.

Son çeyrek saatte Semih’in oyuna girmesiyle birlikte bu sefer yazının başında belirttiğimiz Hollanda usulü 4-3-3’ü de denemeye çalıştık ama bu da üzerinde uzun süredir çalışılan bir sistem değildi ve sonuç getirmesi biraz rastlantılara bağlıydı. Semih’in pasında Tuncay ıska geçmese belki o rastlantı gerçekleşecekti ama olmadı. Meireles’in son dakikada attığı golünse herhangi bir açıklamasını yapmaya gerek yok.

Türk Milli Takımı adına maçtaki en olumlu hadise, son dakikalarda Aurelio’nun Nani’ye yaptığı direkt kırmızı kartlık hareketin maçın hakemi Herbert Fandel tarafından görülmemesiydi. Eğer o kart çıksa, takım sadece üç puanı kaybettiği ile kalmayacak, sonraki iki maçını da, en önemli defansif orta saha oyuncusundan yoksun oynamak durumunda kalacaktı.

Atan Kazanır




Çekler herhalde uzun zamandır böylesine renksiz bir takıma sahip olmamışlardı. Yakın zamanda sahip oldukları başarıların neredeyse hepsinde başrolde yer alan Nedved ve Poborsky gibi iki ustanın artık milli takımda olmamaları, Rosicky’nin sakatlığı, Baros’un da formsuzluğu derken Çekler hayli sıradanlaşmış. İşin ilginci, saydığımız oyuncular Çek Cumhuriyeti’ni sırtlayıp götürürken, takımın en önemli sorunu savunmasındaydı. Ancak şu anda Çekler adına hücumda büyük bir kısırlık yaşanırken, savunma hattı takımın en çok güven veren yeri konumunda.

Bunun sebebi de belli ki teknik direktör Karel Brückner’in takımın kadrosunda en üst düzey oyuncular hangi bölgelerde ağırlıktaysa, oyununu o yönde kurmayı tercih etmesi. Grygera-Ujfalusi-Rozehnal-Jankulovski geri dörtlüsünün önünde Galasek-Polak-Jarolim ile bir üçlü defansif hat daha oluşturulması, en arkada da dünyanın en iyi birkaç kalecisinden biri olan Cech’in yer alması, Brückner’in önceki turnuvaların aksine artık defansif futbolu ön plana aldığının kanıtı.

İsviçre’nin, ev sahipliği haricinde herhangi bir avantajının olduğu düşünülmüyordu. Fakat bugün ev sahipliğinin de onlara abartılı bir getirisinin olmayacağı görüldü. Hakem Rossetti maçın sonlarında Ujfalusi’nin eline çarpan topa istese çok rahat penaltı çalabilirdi ama o, bu pozisyonu müthiş süzüp oyunu devam ettirdi.

Maça Çekler 4-5-1, İsviçre’yse 4-4-2 düzeninde başladı ama İsviçre’de ileri ikiliden Streller’in gezici forvetliği abartıp sürekli geriye ve kanatlara gelmesiyle, bir noktadan sonra sanki iki taraf da 4-5-1 oynuyormuş gibi göründü. Bu da oyunun tamamen orta sahada sıkışmasına neden oldu. Duran toplar haricinde kameralar neredeyse ceza sahalarına hiç odaklanmıyordu.

Neredeyse tamamen vasat oyunculardan kurulu İsviçre, en büyük gol umudu Alexander Frei’ın ilk yarının sonlarında sakatlanmasıyla iyice sarsıldı. Onun yerine giren Hakan Yakın aslında az da olsa yaratıcı özellikleri olan birisi ama bunlar katı Çek savunması önünde bir işe yaramadı.

İsviçre’nin takım olarak yaptığı en iyi şey geride alan daraltmak. Böylece rakiplerine çok az gol pozisyonu veriyorlar ve birçok maçtan en azından bir puanla ayrılabiliyorlar. 2006 dünya Kupası’na gol yemeden veda edişleri hâlâ akıllarda... Dün de yine bu senaryoyu uygulayacak gibiydiler. Ancak Karel Brückner’in hantal Koller’de çok fazla ısrarcı olmaması ve onun yerine rakip savunmanın arkasına sarkabilecek Sverkos’u oyuna alması, biraz da kısmetin de yardımıyla, Çekler’in İsviçre duvarını aşmasını sağladı. Bu tek gol de Çeklerin hanesine çok kritik bir üç puanı yazdırdı. Zaten öyle bir maçtı ki, son derece katı iki savunma ve orta sahada kör dövüşünü andıran bir mücadelenin neticesinde ancak böyle tek golü atanın kazanabileceği bir sonuç ortaya çıkabilirdi.