23 Şubat 2010 Salı

İkisi Bir Arada Olunca...

Soru 1: Santrforu Daniel Güiza olan takımın doğru dürüst gol atabilmesi için ne lazım?
Cevap 1: Karşısında, savunmasında Deniz Barış’ın oynadığı bir takım olması lazım.

Soru 2: Savunmasında Deniz Barış’ın olduğu bir takımın saçma sapan goller yememesi için ne lazım?
Cevap 2: Karşısında, santrfor mevkiinde Daniel Güiza’yı oynatan bir takım olması lazım.

Soru 3: Peki bu Daniel Güiza veya Deniz Barış aynı takımda oynarsa ne olur?
Cevap 3: O takım rakibinden kat kat daha fazla gol pozisyonu ürettiği maçlarda buna rağmen illa ki puan kaybeder (bkz: 2010 Şubat ayında Fenerbahçe’nin başına gelenler)

Soru 4: Peki nasıl oluyor da bu ikili kaç maç üst üste ilk 11’de şans bulabiliyor?
Cevap 4: Herhalde antrenmanlarda yapılan çift kale maçlarda birbirlerine karşı oynayıp bu vesileyle teknik direktörün gözüne giriyorlar!

19 Şubat 2010 Cuma

15 Şubat 2010 Pazartesi

Babalar ve Oğullar - III

Archie & Scot GEMMILL

Baba Archie Gemmill 1970’li yıllarda İngiltere’nin katılamadığı iki dünya kupasına da (1974 ve 1978) katılma başarısı gösteren İskoç Milli Takımının değişmez isimlerindendi. Orta sahadaki savaşçı futboluyla Ada’nın en saygın futbolcuları arasındaydı. Kulüp takımlarındaki kariyeri de önemli başarılarla doluydu. İlk olarak 1971-72 sezonunda, efsanevi teknik adam Brian Clough’ın çalıştırdığı Derby County’de bir lig şampiyonluğu yaşadı. Clough bir sonraki yıl Derby’den ayrıldıysa da Gemmill’ın önderliğinde takım başarılı sonuçlar almayı sürdürdü ve 1974-75 sezonunda bir kez daha İngiltere’nin en büyüğü oldu. İki sene sonra Gemmill ile Clough’ın yolları bu kez Nottingham Forest’ta kesişti ve bu ortaklık ilk sezonunda Forest’a tarihinin yegâne lig şampiyonluğunu getirdi. Ancak ertesi sezon Gemmill ile Clough’ın arasına kara kedi girdi ve Forest’ın Malmö ile oynayacağı Şampiyon Kulüpler Kupası Finali’nde Clough Gemmill’ı kadroya almayınca ipler koptu. Gemmill’ın futbolseverlerin hafızasına kendisini en çok kazıdığı enstantaneyse, 1978 Dünya Kupası’nda Hollanda’ya atmış olduğu harika goldü. Savunmada üç kişinin arasından müthiş bir slalomla sıyrılış ve uzak köşeye enfes bir plase...

Archie’nin oğlu Scot’ın ise, baba-oğul futbolcular familyasının, “babasının gölgesinde kalanlar” cenahında yer aldığını söyleyebiliriz. Onun yolu da babası gibi Forest’a düşmüştü ancak kulüp artık gerileme dönemindeydi ve 1990’dan 1999’a kadar Forest forması giyen Scot da kötü bir takımın, vasatın biraz üzerindeki futbolcusu olmaktan öteye gidemedi. En büyük başarısı, 1998 Dünya Kupası’nda İskoçya’nın kadrosunda yer almasıydı fakat orada da İskoçlar; Brezilya, Fas ve Norveç ile birlikte yer aldıkları grupta tek bir puan alarak sonuncu oldular. Scot Gemmill ayrıca Forest ile iki kez Birinci Lig’den Premier Lig’e çıkma başarısını da gösterdi ancak bu başarıların evveliyatında iki kez Premier Lig’den Birinci Lig’e küme düşmenin olduğunu da hatırlatmak lazım!

13 Şubat 2010 Cumartesi

Premier Cenabet!



Futbol biraz adaletsiz bir spor aslında... Çünkü bazı futbolcular bireysel becerilerinin karşılığını, elde edilen başarılar bazında bir türlü alamazken, bazıları da tam tersine kapasitelerine kıyasla çok çok fazla başarı yaşar.

Hermann Hreiðarsson İzlanda’nın son yıllarda yetiştirdiği önemli futbolculardan biri. “İzlanda’nın yetiştirdiği futbolcudan n’olacak” diyenlere yakın geçmişe kadar Chelsea ve Barcelona formaları giyen Eiður Guðjohnsen’i, onun babası olan ve 1980’lerin Anderlecht’inde efsaneleşen Arnór Guðjohnsen’i ve Bayern Münih’le 1987’de Şampiyon Kulüpler Kupası’nda final oynayan Ásgeir Sigurvinsson’u hatırlatmak boynumuzun borcu olsun.

Hreiðarsson tabii ki bu isimler kadar yetenekli ve önemli bir oyuncu değil. Ancak yine de İngiltere Premier Ligi’nde belli bir standardı tutturmuş, öyle ya da böyle vasatın üzerine çıkabilmiş bir oyuncu ve bu yüzden bile saygıyı hak ediyor. Buna karşın en başta kaderinin Hreiðarsson’a gereken saygıyı göstermekten aciz olduğu, bahtsız futbolcunun kariyerine bakıldığında ortaya çıkıyor.

1997 yılında, İzlanda’nın güneyinde ufacık bir ada olan Vestmannaeyjar’ın ÍBV adlı takımında futbol oynarken, Crystal Palace’ın yetenek avcıları tarafından keşfedildiğinde 23 yaşındaydı Hreiðarsson. 1997-98 sezonunda Crystal Palace vasıtasıyla Premier Lig’e adımını attı. Adı sanı duyulmamış bir takımda oynarken birden bire dünyanın en gözde liglerinden birine gitme fırsatını kaçırması söz konusu bile olamazdı zaten. Lakin bu kısmet, kısa süre içinde kısmetsizliğe dönecekti zira Crystal Palace o sezon Premier Lig’in en kötü takımlarından biriydi ve sezon sonunda da kimseleri şaşırtmayarak Birinci Lig’e düştü.

Ertesi sezon Palace yönetimi mali krizin de etkisiyle kadrosunu adeta dağıtırken, Hreiðarsson kendini bir anda Üçüncü Lig temsilcisi Brentford’da buldu. “Her işte bir hayır vardır” sözü de bu noktada anlam buldu ve İzlandalı stoper kariyerinin tek lig şampiyonluğunu, Brentford ile İngiliz futbolunun dördüncü kademesinde yaşadı.

Bu başarının ardından Hreiðarsson’un önüne Premier Lig fırsatı ikinci kez geldi ve kendisi Wimbledon’a transfer oldu. Ne var ki Wimbledon da o sezonun sonunda küme düştü. Ertesi sezon İzlandalı bu sefer Ipswich Town tarafından transfer edildi. Ipswich Town ile ilk sezonunda Premier Lig’de beşincilik yaşadı Hreiðarsson, cenabetlikten kurtulmuş görünüyordu. Fakat peri masalı o sezonla sınırlı kaldı ve bir sonraki sezon Ipswich Town da Birinci Lig’in yolunu tuttu.

2002-03 sezonunda Ipswich Premier Lig’e yükselemeyince, Hreiðarsson soluğu bu kez Charlton Athletic’te aldı ve nihayet bu takımın formasıyla üst üste dört sezon Premier Lig’de mücadele edebildi. Fakat dördüncü sezonun sonunda yine tanıdık bir senaryoyla karşılaştı. Evet, bir defa daha küme düşmüştü.

Hreiðarsson’un Charlton’dan sonraki durağı, şu an hâlâ formasını giymekte olduğu Portsmouth’tu. İlk senesinde Federasyon Kupası zaferi yaşayarak belki de İngiltere’deki kariyerinin en üst basamağına çıktı. İkinci sezon da takımı idare etti diyebiliriz. Ancak içinde bulunduğumuz sezonda Portsmouth Premier Lig’in en kötü takımına dönüşmüş durumda ve özellikle kulübün içinde bulunduğu maddi sorunlar nedeniyle gelecekle ilgili en ufak bir umut ışığı yok. Görünüşe bakılırsa Hreiðarsson Premier Lig’de formasını giydiği beşinci takımla da küme düşmenin üzüntüsünü yaşayacak. Böylesi bir istatistik tutturmak gerçekten çok zor olsa gerek.

12 Şubat 2010 Cuma

Şiir Sanatı Olarak Hard'n'Heavy - III



REVOLUTION CALLING
(Geoff Tate / Michael Wilton)

For a price I'd do about anything
Except pull the trigger
For that I'd need a pretty good cause
Then I heard of Dr. X
The man with the cure
Just watch the television
Yeah, you'll see there's something going on

Got no love for politicians
Or that crazy scene in D.C.
It's just a power mad town
But the time is ripe for changes
There's a growing feeling
That taking a chance on a new kind of vision is due

I used to trust the media
To tell me the truth, tell us the truth
But now I've seen the payoffs
Everywhere I look
Who do you trust when everyone's a crook?

Revolution calling
Revolution calling
Revolution calling you
There's a Revolution calling
Revolution calling
Gotta make a change
Gotta push, gotta push it on through

I'm tired of all this bullshit
They keep selling me on T.V.
About the communist plan
And all the shady preachers
Begging for my cash
Swiss bank accounts
While giving their Secretaries the slam

They're all in Penthouse now
Or Playboy magazine, million dollar stories to tell
I guess Warhol wasn't wrong
Fame fifteen minutes long
Everyone's using everybody, making the sale

I used to think
That only America's way, way was right
But now the holy dollar rules everybody's lives
Gotta make a million doesn't matter who dies

Revolution calling
Revolution calling
Revolution calling you
There's a Revolution calling
Revolution calling
Gotta make a change
Gotta push, gotta push it on through

I used to trust the media
To tell me the truth, tell us the truth
But now I've seen the payoffs
Everywhere I look
Who do you trust when everyone's a crook?

Revolution calling
Revolution calling
Revolution calling you
There's a Revolution calling
Revolution calling
Gotta make a change
Gotta push, gotta push it on through

Nostaljik Fotoğraflar - II




Matthews Finali’nin Ardından...

1953 yılındaki FA Cup finalinin sonrasında, kupa, Blackpool takımı kaptanı Harry Johnston ile İngiliz futbolunun gelmiş geçmiş en büyük yıldızlarından Stanley Matthews’un ellerinde...

Matthews bu fotoğraf çekildiğinde 38 yaşında, futbolunun baharındaydı. Klavye hatası yaptığımı sanmayın, bir önceki cümlede 28 demek gibi bir niyetim yoktu, doğru yazdım 38 diye... Evet, 38 yaş bahar sayılırdı Matthews için zira kendisi 50 yaşına kadar futbol oynamıştı. Dahası, söz konusu final maçı, Matthews’un kariyerindeki en görkemli maçı olarak görülür. Öyle ki zamanla kuşaktan kuşağa anlatıla anlatıla efsaneleşen bu final, “Matthews Final” adıyla anılır hale gelmiştir.

Blackpool, bu finalin öncesinde, 1948’de ve 1951’de de Wembley’e kadar gelmiş ancak kupayı ilkinde Manchester United’a, ikincisinde de Newcastle’a kaptırmıştı. Bu kez karşılarında Bolton vardı.

Aynı zamanda Kraliçe II. Elizabeth’in teşrif ettiği ilk futbol maçı olma özelliğini de taşıyan karşılaşmaya Bolton hızlı başlamış ve henüz 2. dakikada Nick Lofthouse’un golüyle 1-0 öne de geçmişti. 35. dakikada Stan Mortensen’in çektiği şut Harold Hassall’a çarpıp Bolton kalecisi Stan Hanson’ı kontrpiyede bırakınca skora denge gelmişti ama beş dakika içerisinde Bolton Bobby Langton ile bir gol daha bulup soyunma odasına 2-1 önde gitmişti.

İkinci yarıya da etkili giren taraf Bolton’dı. Dakikalar 55’i gösterirken bu kez Eric Bell sarsıyordu Blackpool filelerini. Bu noktadan sonra artık Bolton kupaya çok yakındı. Ancak tam da o esnada Stanley Matthews oyuna ağırlığını koymaya başladı. 68. dakikada kendisine neden “Wizard of the Dribble” dendiğini kanıtlayan çalımlarla sağ taraftan Bolton ceza sahasına doğru sokuldu, ortasına Stan Mortensen’in ayağını koymasıyla da fark bire indi. 89. dakikada günün diğer adamı Stan Mortensen bir kez daha sahnedeydi ve güzel bir frikik golüyle durumu 3-3’e getirdi.

Wembley tribünlerindeki 100 bin futbolsever artık maçın uzatmalara gitmesini bekliyordu ama Matthews’un yapacakları daha bitmemişti. Yine ince çalımlarla Bolton savunmasının solunu perişan edip ceza sahasına girdi, içerdeki savunmacılar da telaşla o ana kadar Blackpool’un attığı üç golde de imzası olan Mortensen’in etrafında kümelenince Matthews karşısındaki oyuncuya bir feyk daha attı ve topu geriye doğru, boştaki Bill Perry’ye çıkardı. Perry’nin şutunun fileleri bulmasıyla birlikte de Blackpool tarihinin bugüne kadarki en büyük başarısı olan FA Cup zaferini elde etti.

Yazının başında Matthews için 38 yaşın henüz bahar olduğunu belirttiğimize göre yazının sonunu da Matthews’un o tarihten sonra neler yaptığını kısaca hatırlatarak bitirelim. 1955’te, İngiltere’nin İskoçya’yı 7-2 mağlup ettiği bir maçta tam beş golün asistini yaptı. 1956’da Matthews’un önderliğindeki Blackpool, ligi Matt Busby’nin çalıştırdığı Manchester United’ın ardından ikinci sırada tamamlayarak tarihinin en iyi derecesini elde etti. Aynı yıl Matthews, France Football dergisinin başlattığı “Avrupa’da Yılın Futbolcusu” oylamasında birinci gelerek Ballon d’Or yani Altın Top’un sahibi ilk sahibi oldu. Yaş 41... Bir yıl sonra da kendisine “Sir” unvanı layık görüldü.

1961’e gelindiğinde, Blackpool’dan önce formasını giydiği Stoke City’ye geri döndü. 1963 yılında da Stoke City’nin ikinci ligde şampiyon olup birinci lige çıkmasında başroldeydi. Bu performansı sayesinde de Futbol Yazarları Birliği tarafından İngiltere’de yılın futbolcusu seçildi. 1965 yılında, 50 yaşındayken futbolu bıraktı.

11 Şubat 2010 Perşembe

Türkiye Kupası’nda Yarı Finaller

Türkiye Kupası ve Fenerbahçe sözcükleri yan yana gelince her türlü sıradışı senaryonun gerçekleşme ihtimali var. Bu gece buna bir kez daha şahit olduk. 3-0 kazanılan ilk maçın ardından ikinci maçın başında kaleciyle karşı karşıya iki fırsatı cömertçe harcayan, sonrasında da kalesinde hiç yoktan iki gol gören Sarı-Lacivertliler hayli sansasyonel bir biçimde elenmenin eşiğine geldi. İkinci yarıda da senaryo değişmiyordu sanki, Güiza’nın kaçırdığı komik bir gol ve akabinde Turgay’la skorun 3-0’a gelmesi... Lakin maçın bu noktaya gelmesinin müsebbiplerinden biri olan Güiza son dakikada golü atarak Fenerbahçe’ye turu getiren isim oldu, tabii burada Güiza’nın şutunda topun rakip savunmaya çarptığını, yoksa Bursa kalecisi Ivankov’un topu kurtaracak yatışı yaptığını da belirtmeden geçmemek lazım.

Fenerbahçe’nin önünde yarı finalde Manisaspor var, kağıt üzerinde kolay bir eşleşme gibi görünüyor ama Fenerbahçe bu, belli mi olur? Ayrıca Manisaspor ligde bir türlü belini doğrultamasa da kupada bu sezon şu ana kadar en iyi takım. Gruplardan 2 galibiyet ve 2 beraberlikle çıktılar, çeyrek finali de 2 galibiyetle geçtiler. Yarı finale kalan dört takım içinde henüz yenilmeyen bir tek onlar var. Bu çizgiyi Fenerbahçe karşısında da sürdürürler mi, bekleyip göreceğiz.

Antalyaspor, Galatasaray’ı eleyerek öncelikle Avrupa Kupalarına gitme yolunda çok önemli bir adım attı. Kırmızı-Beyazlılar eğer Trabzonspor engelini de aşabilirse, kupayı kazanamaması halinde bile Avrupa Ligi’ne katılabilir. Öte yandan Trabzonspor gün geçtikçe daha iyiye giden bir görüntü içinde ve ligdeki toparlanmanın ardından kupada da son dörde kalmış durumda. Çeyrek final rövanş maçları içinde en tempolu ve en keyif verici futbolu oynayan da Bordo-Mavililerdi.

Son olarak bir not: Manisa ve Antalya’dan biri kupayı alırsa, diğer yandan da Bursa ile Kayseri ligde şu anki pozisyonlarını korursa bu, dört büyüklerden ikisinin önümüzdeki sezon Avrupa kupalarına katılamaması anlamına gelecek ki bu en son 2000-01 sezonunda yaşanmıştı.

10 Şubat 2010 Çarşamba

TSL’de 20. Haftanın Ardından

Ligde 20. hafta maçları öncesinde Fenerbahçe önemli bir fırsatla karşı karşıyaydı zira Sarı-Lacivertlilerin takipçisi Galatasaray, ligin en zorlu deplasmanlarından biri olan Kayseri’ye gidiyordu, Fenerbahçe’yse kendi sahasında küme düşmemeye oynayan Diyarbakır’ı konuk edecekti. Ancak futbolda her zaman evdeki hesap yeşil sahaya uymuyor işte. Kayseri-Galatasaray maçı beklenen doğrultuda gelişti belki ama Fenerbahçe de Diyarbakır ile berabere kalınca rakibiyle arasındaki puan farkını açamadı. Dahası, zor bir maçtan beraberlik çıkaran Sarı-Kırmızılıların, göreceli olarak daha kolay bir maçta puan kaybeden ezeli rakiplerine karşı bu hafta ufak bir avantaj elde ettikleri de söylenebilir.

Yeri gelmişken Diyarbakırspor’un çağdışı savunma futboluna alkış tutan skor medyasına da değinmek lazım. Yeşil-Kırmızılılar neredeyse dört stoper ve dört ön liberoyla oynamaya çalışır gibiydi. Sekiz kişiyle otuz metrelik bir alana çekildiler ve amaçları bir kör dövüşü yaratıp bu kargaşada rakibin karambol beceriksizlikleri için dua etmek, duanın fayda etmeyeceği noktalardaysa tekme atmaktı. Büyük takımlara karşı çoğu Anadolu takımı sahaya bu anlayışla çıkıyor, genelde de bu taktik bir işe yaramıyor ve kaybediyorlar. Trabzon, Kayseri ve Bursa hariç bu sezon üç büyüklerin evlerinde Anadolu takımlarıyla yaptıkları maç sayısı 22 ve bu 22 maçta Anadolu takımları 6 beraberlik ve tek bir galibiyet alabilmişler. O tek galibiyet de Kasımpaşa’nın Saracoğlu’ndaki seyircisiz maçta aldığı galibiyet (Kasımpaşa’ya lafın gelişi Anadolu takımı diyoruz tabii).

22 maçta 9 puan, sezon geneline vurduğunuzda 14 puan dahi etmiyor. Ancak bu köhnemiş futbol anlayışı, bozuk saatin günde iki kez doğruyu göstermesi misali bir puan çıkarınca tabelaya bakanlar tarafından düzülen övgülerin ardı arkası kesilmiyor. Basında 70 yaşını geçmiş duayen bir isim, Diyarbakırspor’un oynadığı oyunu Cruyff’un Hollanda’sına bile benzetti ya artık ne dense boş bunun üzerine. Bu saçma futbol böylesine övüldükçe düzeleceği yerde gitgide daha da saçmalaşıyor ve ligde dört takım hariç 10 yıllık dönemlerde küme düşmemeye oynamamış tek bir takım dahi bulunamıyor. Çünkü bu ligde kısa yoldan kahraman olmanın yolu kırk yılda bir İstanbul’da büyüklerden bir puan koparabilmek. Bu yüzden bu sene Diyarbakır, Manisa ve Kasımpaşa gibi bu hedefe ulaşan takımlar sene sonunda küme düşse bile gelecek sezon Ziya Doğan, Mesut Bakkal ve Yılmaz Vural gibi teknik adamlar başka kulüplerde yine el üstünde tutulacak ve bu isimleri el üstünde tutan o kulüpler de mütemadiyen küme düşmeme mücadelesi verecek.

Ligde ilk dört sıradaki takımların puan kaybetmesi doğal olarak Beşiktaş ve Trabzon’un ekmeğine yağ sürdü. Ancak şu ana kadar zirvenin biraz gerisinde kalan bu iki ekibin durumları önümüzdeki iki hafta içinde daha net belli olacaktır. Bu hafta Trabzon çok kritik bir Bursa deplasmanına gidiyor. Kaybederlerse ilk üç umutları biter, kazanmaları halindeyse Galatasaray maçına kadar fikstür avantajını da kullanıp potaya girme şansını bile yakalayabilirler. Beşiktaş için de bir sonraki hafta Galatasaray’la oynayacağı derbi benzer öneme sahip. Tabii Siyah-Beyazlılar bunun ardından bir de Kayseri deplasmanına gidecek. Kısacası 23. haftanın sonunda şu an ligin ilk altı sırasında yer alan takımların kalan 11 haftada neyi hedefleyecekleri az çok belli olmuş olacak.

Sezonun en başarısız takımı Denizlispor, hemen üstünde yer alan Sivas’a deplasmanda kaybederek “de facto” olarak Bank Asya Ligi’ne “merhaba” dedi. Bundan sonra kalan haftalar küme düşecek üçüncü takımın kim olacağını belli edecek. Kasımpaşa son iki haftada 2-0 öne geçtiği maçlarda 5 puan kaybetmese küme düşme korkusunu hemen hemen üzerinden atacaktı belki ama şimdi tam da ateş hattının ortasında. Mavi-Beyazlılarda düşüşün başlaması Yılmaz Vural’ın çenesinin düşmesiyle gayet doğru orantılı. Aslında bunun makro örneklerini yakın zamanda Bülent Uygun ve Fatih Terim ile de görmüştük. Teknik adamlarımız kendilerini övme konusunda kendilerini kaybetmeye başladıkları andan itibaren sahada da kaybediyorlar.

Düşmeme telaşı 19 puanlı Manisa başta olmak üzere 20’şer puanlı Sivas, Diyarbakır, Ankaragücü ve 21 puanlı Kasımpaşa’nın şiddetle yaşadığı bir duygu ama 27 puanlı Gaziantep ve 28 puanlı Antalya’nın da gevşememesi lazım. Zira bu iki ekip 3-0’lık Ankaraspor jokerlerini daha ikinci yarının başında kullandılar. Rakiplerinin de gelecek haftalarda aynı jokeri kullanacakları hesaba katıldığında şu anda ince kırmızı hattın 8-9 değil sadece 5-6 puan gerisinde oldukları unutulmamalı.

ALS ile Mücadeleye Katkıda Bulunmak İçin...




AcetoBalsamico Blog'da, futbol blogu yazarlarının kendi bloglarında da duyurmalarının rica edildiği bir proje... Çok hassas bir konuyla alakalı olduğundan kayıtsız kalmamız elbette ki söz konusu değildi...

Hatırlanacağı gibi Türk futbol dünyasında yakın zamanda Sedat Balkanlı'yı bu illete kurban vermiştik. Eski Trabzonsporlu İsmail Gökçek de ALS ile pençeleşen binlerce talihsiz kişiden biri... Uluslararası futboldaysa ALS yüzünden yaşamını yitiren belki de en şöhretli isim, Celtic efsanesi Jimmy Johnstone'dı. Hard'n'Heavy dünyasından gitar virtüözü Jason Becker da yıllardır bu dertten muzdarip. Bu iki ismin hikayelerini de bu vesileyle 2-3 hafta içinde buradan sizlerle paylaşmayı umuyor ve Aceto'nun paylaşılmasını istediği mesajı aynen aktarıyorum:


Geliri tamamen ALS MNH Derneği'ne bağışlanacak olan bir futbol kitabı projesi...

Anadolu futbolunu yazan bloggerlar olarak en büyük çabamız sesimizi duyurmaksa, sadece ama sadece Anadolu üzerindeki ilgisizliği biraz olsun kırabilmekse; sadece blog satırlarından değil; sahaflardan, kitapçılardan da insanlara seslenmeliyiz. Bunun için birkaç kitap yazıldı Türkiye'de, lakin çok büyük kitlelere ses duyurulamadı, Anadolu içinse hala aynı tas aynı hamam! İlgisizlik had safhada...

Bizler, biliyoruz ki Anadolu'da büyük bir potansiyel, lakin büyük olumsuz koşullar var. Bu olumsuz koşullardan birisi de, bilgisizlik. Madem takımını destekliyorsun, madem kalemine sarılıyorsun; sen de katıl! Destek ver...

Takımına dair yazabileceğin şeyleri, insanların ilgisini çekeceğini düşündüğün yönlerini; geçmişi, bugünü ve yarını harmanlayıp yaz...

Sayfa sayısı konusunda bir kısıtlama olmamakla beraber, 10 - 15 civarı bir sayfa sayısı olursa iyi olur. Yazı konusu olarak belli bir kıstasımız yok, sadece okuyanın gözünde takımın eskiden bulunduğu ve şimdi içinde olduğu koşullar, futbolun ana şartı taraftar, oyuncular gibi futbol ögeleri canlanmalı.

Futbol bizimle güzel, futbolu güzelleştirmek de bizim elimizde! Yazıları yollamak veya projeye dair bilgiler almak için;

e-mail: flagg.a@gmail.com

Twitter: http://www.twitter.com/alsicinfutbol

Facebook Grubumuz: http://getir.net/kvo

9 Şubat 2010 Salı

Eurovision gibi Euro 2012




Biraz geç de olsa Euro 2012 eleme gruplarıyla ilgili bir şeyler karalamak lazım. Başlıktan da anlaşılacağı üzere Kura çekimi esnasında sık sık Bülend Özveren’in kulaklarını çınlattım. Malum, Eurovision’da puanlamalara geçildiğinde Sayın Özveren bir jeo-strateji uzmanına dönüşür, hangi ülke kimle komşu, kiminle tarihsel bağları var, ülkelerdeki etnik grupların toplam nüfusa oranı ne, bir ulus yurtdışında nerelerde kuvvetli diasporalara sahip, vs. gibi bilgilerin hepsini tek tek sıralar, verilen puanları da direkt bu ilişkilere bağlar ya, Euro 2012 gruplarının da neredeyse yarıdan fazlasında aralarında bu tip ilişkiler kurulabilecek ülkelerin aynı gruplara düşmesi benim aklıma hemen bu “Ozverenian analizlerini” getirdi.

Mesela Türkiye’nin de yer aldığı A grubunda, Türkiye’nin rakiplerinden ikisi Türki cumhuriyetlerden, üçü de Avrupa’da Türk diasporasının (yani gurbetçi nüfusunun) en yoğun olduğu ülkelerden. Bu açından bakıldığında Türkiye’nin pek deplasman sıkıntısı yaşamayacağı düşünülebilir ve bu bir avantaj olarak görülebilir ancak Almanya’nın neredeyse mutlak favori olduğu bir grupta öncelikle ikincilik için mücadele edileceği ortadayken dördüncü torbanın belki de en güçlü takımını çekmek ciddi bir dezavantaj. Belçika 2008 Olimpiyatlarında yarı final oynayan ve önemli oyunculardan oluşan bir genç jenerasyon yakalamıştı ve bu kadroyu yavaş yavaş A takım seviyesinde ulanmaya başladılar. Avusturya da benzer bir yapılanmaya, 2007 Dünya Gençler Şampiyonası’nda dördüncü olan kadro ile gitmeyi deneyebilir. Azerbaycan ile Kazakistan belli ki figüran olacak ama ikincilik için çetin bir mücadele yaşanacağı da açık. Türkiye ile Belçika bu anlamda kendi aralarında yapacakları maçlardan ziyade bana göre Avusturya’dan alacakları puanlara göre sıralanacaklar. Çok büyük ihtimalle Avusturya’dan altı puan çıkaran grubu ikinci tamamlar.

B grubunda SSCB’nin dağılımından sonra bir türlü büyük turnuvalarda istikrar yakalayamayan Rusya’nın yanına Slovakya ve İrlanda geldi ki bence bu grup bu üç takım arasında her türlü sonuca açık. Makedonya’nın sürpriz yapma ihtimali yok denecek kadar az. Ermenistan’ın beşinciliği, Andora’nın da altıncılığı garanti...

İtalyanlar C grubunda banko görünüyor ama 2010 elemelerinde Sırpların bir başka banko Fransa’yı geride bırakıp gruplarını birinci tamamladıklarını da unutmamak lazım. Yine de bu iki takım şu açıdan rahat, onları arkadan gelip zorlayacak bir üçüncü takım yok. Slovenler 2010 elemelerinde bir sürpriz yaptılar ama bunu tekrar etmeleri gözler eskiye nazaran daha çok üzerlerinde olacağı için çok zor.

D grubunda da dünya kupası sonrası Domenech’ten kurtulması muhtemel olan Fransa’nın birinciliği kesin gibi. Romanya ile Bosna da ikincilik için çekişecek. Arnavutluk ile Beyaz Rusya’dan kim daha çok puan çıkarırsa o ikinci olur diye düşünüyorum.

E grubunda Hollanda’yı zorlayabilecek tek takım İsveç olabilir, hele ki Bülend Özveren hesabı komşusu Finlandiya’dan 12 puan gelirse! Finlandiya ile Macaristan üçüncülük mücadelesi verir, Moldova beşinci, San Marino sonuncu...

F grubunda da bir doğu ve güney Akdeniz kamplaşması var. Hırvatistan, Yunanistan ve İsrail üçlü bir yarış içinde olacaklar. Letonya ile Gürcistan’ı kim en çok döverse o yarışı önde bitirir.

İngiltere G grubunda zorlanacağa benzemiyor, her ne kadar karşısında son yıllarda büyük turnuvaların hepsine katılan ve genç takımlar seviyesinde de çok büyük başarılar elde eden bir İsviçre olsa da. Bulgarlar 15 sene önceki takıma sahip değiller. İlk üç bu açıdan belli gibi... Asıl çekişme Galler ile Karadağ arasında sonuncu olmamak için yaşanacak.

İskandinav egemenliği altındaki H grubunda Portekiz ile Danimarka 2010 elemelerinden sonra bir kez daha karşı karşıya. Danimarka’nın yanında müttefik olarak Norveç ile İzlanda da var üstelik. Al işte, bir Eurovision hikayesi daha... Yıllardır iyi bir santrfor ve kaleci bulmakta sorun yaşayan Portekiz bir yandan da defanstaki ve orta sahadaki yıldızlarını birer birer yaş haddinden emekli edince şu an neredeyse tamamen Cristiano Ronaldo’nun şapkadan çıkaracağı tavşanlara bakan bir takım haline gelmiş durumda. Danimarka ve Norveç gibi takımdaşlığın üst düzeyde olduğu ekiplere karşı zorlanacakları muhakkak ama yine de bir şekilde ilk iki içinde yer almaları lazım.

Son şampiyon İspanya, Çek Cumhuriyeti ile deplasmanda oynayacağı maç haricinde I grubundaki diğer yedi maçını zorlanmadan kazanacak güçte. Geriye kalan o tek maçta olur da Çekler puan almayı başarırsa bu da onların ikincilik yarışında İskoçya’ya karşı önemli bir avantaj elde etmesini sağlayacaktır.

8 Şubat 2010 Pazartesi

Oyunsan Oyunluğunu Bil - II




Bir önceki sefer koyduğumuz screenshot'ta aynı günde bir takıma iki maç birden yaptırıldığına tanık olmuştuk. Bu kez federasyon daha insaflı davranmış, dokuz güne altı maç sıkıştırmakla yetinmiş.

7 Şubat 2010 Pazar

15. Albüm İçin Geri Sayım Başladı




Iron Maiden cephesinden, geçen yıl vizyona giren Flight 666 belgeselinden sonra 2010 yılında yeni bir stüdyo albümünün kayıtlarına başlanacağı yönünde haberler gelmişti ama aylardır bu konuda herhangi bir açıklama yapılmıyordu. Birisi Steve Harris’e Fenerbahçe’nin kurumsal yapısından bahsetmiş olsa gerek, yeni albüm üzerinde yürütülen çalışmalar hemen hemen hiç basına sızdırılmadı. Hani neredeyse “albümle ilgili ilk bilgiler Maidencell abonelerine ulaşacak” denmesini bekler hale gelmiştik.

Iron Maiden’ın resmi internet sitesi “havaya bakıp ıslık çalan adam” gibi takılmayı sürdürüyordu ki sessizliği bozan, grubun prodüktörü Kevin Shirley oldu. İşte Shirley’nin kendi internet sitesindeki günlüğüne düştüğü not: “The worst kept secret in the world..... well, this 2010 album is all but finished, just a few finishing touches back in my studio, and it's all over!”

Meğer albüm tamamlanmak üzereymiş de haberimiz yokmuş! Neyse, insanlar ihtiyarladıkça bir acayipleşir, bu sürpriz girişimini de biraz bu acayipleşmeye yormak lazım herhalde! Yine de bundan önceki 14 albümde olduğu gibi 15. albümde de herhangi bir acayiplik olmayacağını, her şeyin o muhteşem, klasik Maiden çizgisinde olacağını adımız gibi biliyoruz ve bu açıdan içimiz rahat en azından. Bu noktadan sonra da yapılacak iki şeyi kalıyor geriye: bir an önce albümün piyasaya çıkması için gün saymak ve yazınki muhtemel turne için yurtdışında bir festivale kaçmanın yollarını aramak. Stockholm hâlâ çok cazip görünüyor...

53’te 1




Euro 2012 kuraları bugün çekilecek. Gruplar belli olunca kabaca bir değerlendirmede de bulunuruz ancak bunun öncesinde altı çizilmesi gereken ilginç bir ayrıntı var. Turnuvaya ev sahipliği yapacak Ukrayna ile Polonya ve kura çekimine katılacak diğer ülkelerle birlikte toplam 53 UEFA üyesi ülke arasında A milli takımının başında bir teknik direktör bulunmayan tek ülke Türkiye.

2010 Dünya Kupası elemelerinde sona yaklaşılırken 10 küsur milli takım, ulaşılamayan hedefler yüzünden teknik direktör değişikliğine gitti. Bunlardan bir kısmında teknik direktörler istifa ederken bir kısmında federasyonlar daha hızlı davranıp milli takımlarının çalıştırıcılarını kovdu. Ancak aradan geçen süre içinde gidenlerin yerine hep yenileri geldi. Bu kaidenin tek istisnasıysa Türkiye! Fatih Terim görevi bırakalı dört ay oluyor ancak o mevkiye kimin geleceği hâlâ belli değil.

Bakalım oltaya ne zaman bir balık takılacak?


Avrupa’daki Ulusal Takımlar ve Teknik Direktörleri

Almanya - Joachim Löw
Andora - David Rodrigo
Arnavutluk - Josip Kuze
Avusturya - Dietmar Constantini
Azerbaycan - Berti Vogst
Belçika - Dick Advocaat
Beyaz Rusya - Bernd Stange
Bosna - Hersek - Safet Susic
Bulgaristan - Stanimir Stoilov
Çek Cum. - Michal Bilek & Vladimir Smicer
Danimarka - Morten Olsen
Ermenistan - Vardan Minasyan
Estonya - Tarmo Rüütli
Faroe Adaları - Brian Kerr
Finlandiya - Stuart Baxter
Fransa - Raymond Domenech
Galler - John Toshack
Gürcistan - Temuri Ketsbaia
Hırvatistan - Slaven Bilic
Hollanda - Bert van Maarwijk
İngiltere - Fabio Capello
İrlanda - Giovanni Trapattoni
İskoçya - Craig Levein
İspanya - Vicente del Bosque
İsrail - Dror Kashtan
İsveç - Erik Hamren
İsviçre - Ottmar Hitzfeld
İtalya - Marcello Lippi
İzlanda - Olafur Johannesson
Karadağ - Zoran Filipovic
Kazakistan - Bernd Storck
Kıbrıs Rum K. - Angelos Anastasiadis
Kuzey İrlanda - Nigel Worthington
Letonya - Aleksandrs Starkovs
Liechtenstein - Hans-Peter Zaugg
Litvanya - Jose Couçeiro
Lüksemburg - Guy Hellers
Macaristan - Erwin Koeman
Makedonya - Mirsad Jonuz
Malta - John Buttigieg
Moldova - Gavril Balint
Norveç - Egil Olsen
Polonya - Franciszek Smuda
Portekiz - Carlos Queiroz
Romanya - Razvan Lucescu
Rusya - Guus Hiddink
San Marino - Giampaolo Mazza
Sırbistan - Radomir Antic
Slovakya - Vladimir Weiss
Slovenya - Matjaz Kek
Türkiye - ?????
Ukrayna - Myron Markevych
Yunanistan - Otto Rehhagel

6 Şubat 2010 Cumartesi

Parlamadan Sönen Yıldızlar - II

Nii Lamptey

Gana, 1991’deki Dünya 17 Yaş Altı Gençler Şampiyonası’nda tarihinde ilk kez mutlu sona ulaşırken, 16 yaşındaki Nii Lamptey bu başarıdaki en büyük pay sahibi oluyor ve bu sayede ‘turnuvanın en değerli oyuncusu’ ödülüne de layık görülüyordu. 1992 Barcelona Olimpiyatları’ndaysa Gana takımı bronz madalyayı kazanarak olimpiyatlarda kürsüye çıkan ilk Afrika ülkesi olurken Lamptey’nin yükselişi sürüyordu. 1993 Dünya Gençler Şampiyonası’na gelindiğindeyse Lamptey artık jenerasyonu içinde dünyanın en önemli birkaç isminden biri olarak gösterilmekteydi ve onun önderliğindeki Gana, bu turnuvada da finale kadar gitti ancak Ahmet Çakar’ın yönettiği final maçında, 1-0 öne geçmelerine rağmen Brezilya’ya 2-1 boyun eğerek ikincilikle yetinmek zorunda kaldılar.

Lamptey’deki yeteneği ilk keşfeden Belçika’nın Anderlecht kulübü olmuştu ve oyuncu 15 yaşındayken, Anderlecht’in genç takım kadrosuna katılmıştı. Yukarıdaki başarıları da peş peşe elde etmesiyle birlikte birçok kişi Lamptey’den yeni bir Pele çıkmasını bile bekler hale gelmişti. Hatta Championship Manager’ın iptidai versiyonlarından birinde de (95 Italia) Lamptey en iyi oyunculardandı. 16 yaşında Anderlecht’in A takımına yükselen ve Belçika Ligi’nde forma giyen en genç oyuncu unvanını da sahiplenen Lamptey, 1993 Dünya Gençler Şampiyonası’ndaki parlamasını müteakiben de PSV Eindhoven tarafından transfer edildi. PSV’de de etkileyici performansını sürdüren Ganalı, ligde 10 gol atarak adeta en üst düzey ligler için hazır olduğu mesajını veriyordu ve Aston Villa menajeri Ron Atkinson da bu mesajı almakta gecikmemişti.

Ancak Aston Villa’ya transferinin ardından Lamptey’den bir daha haber alınamadı dersek yeridir. Doğru dürüst forma şansı bulamadığı bir sezonun ertesinde Coventry Ciy’de şansını denemeye çalıştı, değişen bir şey olmadı. Keza bir sonraki sezon İtalya’nın Venezia takımında da... 1997/98 sezonunda Ankaragücü’nde de dökülmeye devam etti Lamptey, 10 maç Sarı-Lacivertli formayı giyip sadece ligin son haftasında Altay’a 3-2 yenildikleri maçta tek bir gol kaydedebildi. Yine de hakkını yemeyelim, bu gol onun PSV’den ayrıldıktan sonra, yani dört yıllık bir aranın ardından attığı ilk lig golüydü.

Ankaragücü macerası bittiğinde henüz 24 yaşını bile doldurmamıştı Lamptey fakat artık dikiş bir türlü tutmuyordu. Çin’den Suudi Arabistan’a kadar gezmediği görmediği yer kalmadı. Arada ülkesi Gana’ya da döndü. Son olarak 2007-2008 sezonunda Güney Afrika’nın Jomo Cosmos takımının yedek kulübesinde kısa bir süreliğine görüldüğü rivayet ediliyor...

5 Şubat 2010 Cuma

Bilet Fiyatları Politikaları

Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadı’nın kale arkası tribünleri aşağı yukarı 12’şer bin kişilik. Ancak bunların içinde deplasman takımı taraftarlarına ayrılan 2500 koltuk ve polisin tampon bölge olması için boş tuttuğu 1000 küsur koltuk da var. Bunlar genel toplamdan düşüldüğünde Fenerbahçe kendi taraftarına yaklaşık 20 bin kale arkası koltuğu satabiliyor. Bunun da 5 bin civarı sezon başında kombine bilet olarak satılmış. Yani normal maç biletiyle gidilip oturulabilecek 15 bin kale arkası tribün koltuğu var Saracoğlu’nda.

Sezon başında bu koltuklara maç başına 55 TL değer biçilmişti. Değeri biçenler hariç herkese anormal geldi 55 liralık biletler. Bir süre sonra yöneticiler de 55 liraya bilet satılmadığını gördü ve fiyatları geçen sezonki gibi 44 liraya çekti. Ancak bu bile zaten ortadirek için hayli yüksek bir meblağdı ve Galatasaray maçı hariç hiçbir karşılaşmada o tribünler dolmadı.

Kupa maçları içinse yüzde 50 iskonto uygulamasına gidildi ve kale arkası için 22 liralık bilet satılmaya başlandı. Dünkü Bursaspor maçında da kale arkalarının neredeyse tamamının dolması (maç hafta içinde ve kötü bir havada oynanmasına rağmen), makul bilet fiyatlarının ne olduğunu açıkça gösterdi.

İşin hasılat kısmına gelince, basit bir hesap yapalım. Kale arkasında bilet sattıracak 15 bin koltuk olduğunu söyledik yazının girişinde. Tribünlerin yüzde 80’inin dolduğu ve biletlerin 22 TL (bunun 2 TL’si Biletix payı) olduğu bir maçta bu bölümden 240 bin TL’lik bir brüt hasılat çıkar. Federasyona, GSGM’ye, KDV’ye ayrılan paylardan sonra da kulüplerin elinde bu miktarın en fazla yarısı kaldığı düşünüldüğünde 100 bin TL’yi biraz aşan bir net hasılat söz konusu.

Biletler 44 TL’ye satılırken bu miktara ulaşabilmek için doğal olarak yüzde 40’lık bir doluluk oranı gerektiğini ve bu sezon bunun bile çoğu maçta yakalanamadığını da belirtelim. Kısacası kulübün kale arkalarından maç başına elde ettiği gelir üç aşağı beş yukarı 100 bin TL civarında seyrediyor. Bir sezonda 2 milyon TL’yi yani yaklaşık 1 milyon Euro’yu geçmez bu miktar. Kulübün toplam bütçesi içinde de ciddi bir yer kaplamadığı çok açık.

O halde neden tribünlerin dolacağı bir fiyatlandırma dururken inatla tribünlerin çoğu zaman yarısından fazlasında “in ile cin’i birbirleriyle top oynamaya teşvik eden” bir fiyatlandırma tercih edilir? İş beylik laflar etmeye gelince “halkın takımı” demeyi bilenler neden halka sırtını döner?

3 Şubat 2010 Çarşamba

Babalar ve Oğullar - II

Jan & Youri MULDER

Jan Mulder, Cruyff’un Barcelona’ya gidişinin ardından, Anderlecht’te beş lig şampiyonluğu bir de gol krallığı yaşamış bir isim olarak Ajax’a gelmişti ama Cruyff’un Barcelona’ya gidişi sonrası dağılma sürecine giren Ajax’ta kariyeri daha fazla gelişemedi. Amsterdam ekibinde bir şampiyonluk gördü ama üç sezonda sadece 16 gol atabildi. Jan, Hollanda Milli Takımı’nın formasını da beş kez giymiş ve bu maçlarda bir gol kaydetmişti. Ancak asıl şöhrete futbolu bıraktıktan sonra gazetecilikte ve yazarlıkta ulaştı. Üstelik kendisi sadece spor değil siyaset üzerine de yazıyor. Roman ve öykü türünde kitapları da mevcut...

Jan’ın oğlu Youri Mulder ise 1990’ların Schalke’sinde iyi bir yedekti. Bu kulüpteki en büyük başarısı 1997’de kazanılan UEFA Kupası’ydı belki ama yine de futbolcu olarak babası kadar sivrilemedi. Buna karşın A milli takımlar düzeyinde Hollanda’yı dokuz kez temsil edip ülkesi adına üç de gol atarak en azından bu alanda babasını geçti. İşin ilginci futbolu bıraktıktan sonra o da gazeteciliğe soyundu ama orada da babasının gerisinde kaldı. Daha sonra bir dönem eski kulübü Schalke’de antrenörlük görevinde de bulundu.

Şiir Sanatı Olarak Hard'n'Heavy - II



HEAVEN AND HELL
(Ronnie James Dio)

Sing me a song, you're a singer
Do me a wrong, you're a bringer of evil
The Devil is never a maker
The less that you give, you're a taker
So it's on and on and on
...it's Heaven and Hell, oh well

The lover of life's not a sinner
The ending is just a beginner
The closer you get to the meaning
The sooner you'll know that you're dreaming
So it's on and on and on
Oh it's on and on and on
It goes on and on and on, Heaven and Hell
I can tell, fool, fool!

Well, if it seems to be real, it's illusion
For every moment of truth, there's confusion in life
Love can be seen as the answer
But nobody bleeds for the dancer
And it's on and on, on and on and on...

They say that life's a carousel
Spinning fast, you've got to ride it well
The world is full of Kings and Queens
Who blind your eyes then steal your dreams
...it's Heaven and Hell, oh well

And they'll tell you black is really white
The moon is just the sun at night
And when you walk in golden halls
You get to keep the gold that falls
It's Heaven and Hell... No, no...

Fool, fool! You got to bleed for the dancer!
Fool, fool! Look for the answer!
Fool, fool, fool!

Nostaljik Fotoğraflar - I

Portekiz 1966




1966 Dünya Kupası'nda şeref kürsünün üçüncü basamağına kurulacak olan Portekiz, henüz yolun başında, ilk tur gruplarında, Bulgaristan karşısında ikinci maçına çıkmadan önce, Old Trafford'da objektiflere bu pozu vermiş. Fotoğrafta ilk bakışta en çok göze batan isim, hiç kuşkusuz Eusebio (alt sırada en ortada). Kara Panter lakaplı golcü o turnuvada dokuz golle gol krallığını elde etmişti. İşbu gollerden ilkini de söz konusu maçın 38. dakikasında Bulgar filelerine yollamıştı. Tabii Portekiz’in maçı 3-0 kazandığını da belirtelim.

Eusebio haricinde renklerinden ötürü iki kişi daha göze batıyor haliyle. Eusebio’nun yanındaki siyahi isim Mario Coluna’dır ki Eusebio nasıl takımın bir numaralı gol silahıysa, Coluna da takımın beyni sayılırdı ve Eusebio’nun attığı birçok golde de hazırlayıcı olan kişiydi. Bu müthiş ikili sayesinde aynı zamanda Benfica da 1960’larda Avrupa’nın en güçlü ekiplerinden biri haline gelmiş ve Şampiyon Kulüpler Kupası’nda beş kez final oynayıp bu finallerin ikisinden zaferle ayrılmıştı.

Ayakta duran siyahi oyuncu ise Vicente Lucas... Kendisi daha çok Portekiz futbolunun ilk siyahi yıldızı olan Matateu’nun kardeşi olmakla nam salmıştı. Ancak 1966 Dünya Kupası’nda ilk tur gruplarının üçüncü maçında Portekiz son iki kupanın sahibi Brezilya’yı 3-1 yenip turnuvanın dışına iterken Vicente Pele’ye adeta adım attırmayarak bir anda dünya futbol kamuoyunun gündemine oturmuş ve böylelikle ağabeyinin gölgesinden de sıyrılmıştı.

Söz konusu siyahi oyuncuların hepsi (o turnuvada yer almayan Matateu da dâhil), o zamanlar Portekiz’in deniz aşırı toprağı olan Mozambik’te doğup büyümüş, futbolculuk çağına geldiklerininde de çeşitli yetenek avcıları tarafından Portekiz’e getirilmişlerdi. Mozambik, bağımsızlığını 25 Haziran 1975’te kazandı. İnsan tabii ki ister istemez “bu bağımsızlık 10 yıl öncesinde elde edilseydi, Mario Coluna’lı ve Eusebio’lu bir Mozambik Milli Takımı kim bilir neler yapardı?” diye sormadan edemiyor. Mozambik açısından işin en trajik boyutu, belki de Afrika’nın gelmiş geçmiş en iyi iki oyuncusunu çıkardığı 1960’lardan sonra o seviyenin yarısına bile yaklaşan bir oyuncu yetiştirememiş olması.

Neyse, izninizle lafı daha fazla dolandırmadan kadrodakilerin tamamının isimlerini verelim:

Ayaktakiler - Germano da Figueiredo, Jaime Graça, José Carlos, Alberto Festa, Vicente Lucas ve José Pereira
Çömelenler - José Augusto, José Torres, Eusebio, Mario Coluna, Antonio Simoes

2 Şubat 2010 Salı

Değirmenin Suyu




Türkiye’de ara transfer döneminde en çok gündemde olan kulüp Galatasaray’dı. Ancak bu biraz da Galatasaray’ın zaten spor basınının gündemi endekslediği üç kulüpten biri olmasına bağlı bir durumdu. Üç Büyükler arasında en çok kim transfer yaparsa, transfer döneminde en çok gündemi o işgal eder. Bunu bir tarafa bırakırsak, aslında dönemin en ilgi çekici takımı Ankaragücü’ydü.

Ankaragücü’nün bu sezon kimleri götürüp kimleri getirdiğini bizzat başkanları Ahmet Gökçek bile ezbere sayamıyordur muhtemelen. Yaz transfer dönemine “100. Yıl” sevdasıyla girdiler. O sırada kulüp başkanı Cengiz Topel Yıldırım’dı. Darius Vassell transferi bu döneme denk geldi. Bir yandan da Ankaraspor ile birleşilip birleşilmeyeceği konusu konuşuluyordu. Sonunda bu birleşme resmen olmasa da gayrıresmen oldu. Kulüp Ankaraspor’dan istediği oyuncuyu kadrosuna katmaya başladı, o arada Ahmet Gökçek de Yıldırım’ın yerine başkan seçildi.

Federasyonun duruma el koyarak Ankaraspor’u küme düşürmesinin sonrasındaysa bu sefer Ankarasporlu futbolcular için bir ek transfer süresi tanındı. O dönemde de Ankaragücü birçok oyuncuyu getirdi götürdü. Son olarak da Ocak transfer döneminde beş yabancı gitti, beş yabancı geldi. Durumun tuhaflığını görmek için şu örnek yeterli sanırım: Madiou Konate, Roguy Meye ve Stefan Senecky, Ekim ortasındaki ek transfer döneminde Ankaraspor’dan Ankaragücü’ne kiralandılar, Ocak transfer döneminde de kiralık sözleşmeleri feshedildi ve Ankaraspor’a geri gönderildiler.

Sarı-Lacivertlilerin transfer çılgınlığında kadroya kattıkları son beş yabancınınsa ikisi dünya çapında (Geremi ve Jerome Rothen), ikisi de Avrupa çapında (Marek Sapara ve Robert Vittek) şöhret sahibi isimler. Tabii bu noktada sorulması gereken en önemli soru, değirmenin suyunun nereden geldiği olacaktır. Zira Gökçekler kulübe bir nevi el koyduklarında, Baba Gökçek “kulübün 40 milyon dolar borcu vardı, müdahale etmesek batacaktı” diyordu. Aslında öncelikle o demece müdahale edilmesi gerekirdi normal bir ülkede ama burası anormal olduğu için yapılmadı haliyle.

Dört dönem üst üste Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen bir siyasinin nasıl bir ticari teşebbüsü ve bu vesileyle elde ettiği birikimi olabilir de 40 milyon dolarlık borca müdahale etmekten bahsedebilir? Hadi diyelim kendi değil, oğlu müdahale ediyor, babadan zengin olmadığı varsayılan 30 yaşındaki bir isim nasıl oluyor da böyle bir yükümlüğün altına girecek bir servete sahip olabiliyor?

Son transferlere gelince... Bunları yeni naklen yayın ihalesi ve bunun sonucunda yükselecek gelirlerle açıklamaya çalışacaklar olursa baştan uyaralım: İhale sonrası oluşacak yeni tarife, 2010-2011 sezonundan itibaren geçerli. Yani Ankaragücü’nün önümüzde yıl dağıtılacak paraları teminat olarak gösterip transfer yapma lüksü yok zira bu sezon sonunda küme düşebilir ve gelecek sezon için dağıtılacak paralar yerine avuçlarını yalayabilirler.

Kısacası Ankaragücü’nün kasasına tuhaf bir nakit akışı olduğu çok açık! Kasaya giren bu hortumun bir diğer ucu da Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin kasalarına mı bağlı, yoksa işi kılıfına uydurmak için arada paravan şirketler mi var, normal bir ülkede çoktan bu durumlar araştırılmıştı. Ancak biz bu son sözü söyleyerek bir kez daha Türkiye’nin anormalliğini hatırlamakla yetiniyoruz, gerisi lâf-ı güzaf...

Akşam Pazarı




Bizim kulüplerimiz transferi son dakikaya bırakınca sistemsizlikle, iş bilmezlikle suçlanır ama Avrupa’da da ara transfer döneminin en çok imza atılan günü, son gün oldu. Kulüpler bir nevi akşam pazarında alışverişe çıktı. Büyük liglerdeki büyük bir takım tarafından yapıldığı için en çok göz önünde olan son gün transferi, Inter’in Parma’dan kaptığı McDonald Mariga’ydı. Patrick Vieira’dan beklediği verimi alamayan ve kendisini Manchester City’ye yollayan Inter, o bölgedeki boşluğu Mariga’yla doldurmaya çalışacak, olmazsa sene sonunda Lazio’dan Christian Ledesma gelir artık.

Bunun dışında bir maç eksiğiyle ezeli rakibi Rangers’ın 10 puan gerisinde kalan Celtic, adeta büyük bir panik halinde geçirdiği ve neredeyse başlı başına yeni bir takım aldığı transfer dönemine noktayı Robbie Keane ile koydu. Keane hiç kuşkusuz Parkhead’e Henrik Larsson’dan sonra ayak basacak en yetenekli isim olacak. Ancak Celtic eksik maçını kazansa bile Rangers’ın yedi puan gerisinde, iki tane derbi oynayacaklar ki biri deplasmanda, bunların da ikisini kazansa dahi yine Rangers lehine bir puanlık fark kalacak. Celtic’in kalan 16 maçta derbiler dâhil en az 14 galibiyet alması lazım. Geçmişte yapmadıkları şey değil aslında ama şu anda, böylesine yenilenmiş bir kadroyla birden o form seviyesine nasıl çıkarlar belli değil. Muhtemelen bu yatırımlardan önümüzdeki sezon istifade etmeye çalışacak Yeşil-Beyazlılar. Ama o esnada menajer Tony Mowbray hâlâ takımın başında olur mu, orası biraz şüpheli işte...

Premier Lig’de de küme düşme hattının bir puan üzerinde yer alan, aynı zamanda Hull City ve Portsmouth ile birlikte ligin en az galip gelen takımı olan West Ham, çareyi açıkta kalan forvetlere saldırmakta buldu. Blackburn’den Benni McCarthy tapusuyla, St.Etienne’den Ilan ve Middlesbrough’dan Mido da kiralık olarak Upton Park’a getirildi. Dean Ashton’ın sakatlıklar nedeniyle 26 yaşında futbolu bırakmak zorunda kalması, Carlton Cole’un da Kasım sonunda yaşadığı sakatlığın ardından yeni yeni düzeliyor olması, Çekiçler’i gol yollarında hayli zor durumda bırakmıştı. Önlerinde zorlu bir fikstür var ama alınan üç isim vasat sayılacak derecede katkılarda bile bulunsa bu West Ham’ın kümede kalma ihtimalini çok yukarılara çekecektir.

Öte yandan 2006-2008 arası Brezilya’da adından en çok söz ettiren genç yeteneklerden biri olan ancak 2008’de Shakhtar’a transfer olduktan sonra sırra kadem basan Bolivyalı Marcelo Moreno da Werder Bremen’de bulamadığı “kiralık gitme” kısmetini Wigan’da yakalamaya çalışacak. Burada da dikiş tutturamazsa “parlamadan sönen bir yıldız” olma eşiğine çok yaklaşır. Ülkemizde benzer eşiğe gelen Aydın Yılmaz ise Eskişehir’e kiralık gitmiş. Yılmazların Burak olanı gitti, Aydın olanı geldi de denebilir. Eskişehir için fark yaratacak bir transfer olduğunu söylemek güç...

Dio Geri Mi Dönüyor!?




Hard’n’Heavy tarihinin en kudretli sesi Ronnie James Dio’nun geçen Kasım’da mide kanserine yakalandığını öğrenmek, bu müziğe gönül veren herkesin başından aşağı kaynar suların boşanmasına neden olmuştu. Tek teselli, Ronnie’nin yakalandığı illetin erkenden teşhis edilmesiydi. Her ne kadar bu konuda karısı ve aynı zamanda menajeri olan Wendy Dio’dan çok detaylı bir açıklama yapılmadıysa da bizim anladığımız herhangi bir metastaz olmadan habis bölgenin başarılı bir operasyonla alındığı ve üzerine de kısa vadede metastaz riskini asgari düzeye çekmek için kemoterapiye başlandığıydı. Daha sonra Wendy’nin kemoterapinin yolunda gittiği yönündeki mesajı yürekleri biraz daha rahatlattı tabii. Ancak hâlâ net ve detaylı bilgilere erişememek de insanın içini kemirip duran soru işaretleriyle tebelleş olması anlamına geliyordu ki bu gerçekten çok sinir bozucu bir durumdu.

Neyse ki işlerin iyiye gittiği yönünde başka ipuçları da ortaya çıktı. Önümüzdeki yaz düzenlenecek Sonisphere festivallerinin birkaç ayağında Heaven & Hell de yer alacak! Hatta grup bunun haricinde sonbaharda Avusturya’da bir konser de verecekmiş. Belli ki Ronnie yazın sahneye çıkabileceğinin müjdesini aldı ve ona göre tur programının belirlenmesi üzerine de çalışmalar başladı.

Aslında Sonisphere olayı yeni haber değil, birkaç hafta oldu duyurulalı ama ben o zaman şaşkınlıktan “nasıl ya!?” demekle yetinmiş ve olayın ciddiyetini anlamak için biraz beklemeye karar vermiştim. Bu zamana kadar programda bir değişiklik olmadığına göre artık işin ciddiyetine inanabiliriz sanırım.

Sonisphere deyince bir de dedikodu yapalım. Festival serisinin bir ayağı da İstanbul’da olacak ve Heaven & Hell’in İstanbul ayağına da dâhil edilmesi için çalışmalar yapıldığı yönünde duyumlar aldım (Herkes gibi transfer duyumu verecek değiliz ya, bu da bizim duyumculuğumuz olsun). Eğer bu iş gerçekleşirse, majestelerini 2003’te olduğu gibi havaalanında karşılamayan ve otelinde ziyaret etmeyen davul olsun diyorum. Hoş, Türkiye’ye gelmezlerse de ben Stockholm’deki Sonisphere’e gitmeyi ciddi ciddi kararlaştırma aşamasındayım şu sıralar. Heaven & Hell dışında Iron Maiden, Mötley Crüe ve Alice Cooper da var listede, kaçırılacak gibi değil!

Heaven & Hell’in tur programıyla ilgili bir çift linkle yazıyı bitirelim:

- http://heavenandhelllive.com/site/
- http://se.sonispherefestivals.com/


1 Şubat 2010 Pazartesi

TSL’de 19. Haftanın Ardından

Fenerbahçe bu sezon ligin en kötü takımlarından biri olan Sivasspor’la oynadı belki ama dört oyuncusunun cezalı, iki oyuncusunun da sakat olduğu bir durumda çıktığı maçtan farklı bir skorla ayrılmaları, Sarı-Lacivertliler için önemli bir artıdır. Fenerbahçe ligin ilk yarısına sekizde sekiz yaparak başlamış ve sonrasında hayli düşe kalka gitse de zirveyi takipçilerine kaptırmamıştı. İkinci yarıda da bu ilk haftalarda yakalanacak bir seri, şampiyonluk yolunda atılacak büyük bir adım olur.

Galatasaray ise ligde son bir umut ışığı yakalamaya çalışan Denizlispor’a şans tanımadı. Denizlispor’un kalan 15 maçtan en az 30 puan çıkarması lazım kümede kalabilmesi için ki bu neredeyse şampiyon olan takımların puan ortalamasını tutturmaları anlamına geliyor. Yeşil-Siyahlıların tek avantajı, şampiyonluk mücadelesi veren takımlardan ikisine karşı şimdiden sıralarını savmış olmaları ama bundan sonrasında “8 galibiyet, 6 beraberlik, 1 mağlubiyet” veya “9 galibiyet, 3 beraberlik, 3 mağlubiyet” benzeri bir performans ortaya koyabileceklerine kendileri bile muhtemelen inanmıyordur.

Galatasaray haftaya ligin en zorlu deplasmanlarından birine, Kayseri’ye gidecek, o maçın ardından yeni transferleri ve ikinci yarıda ne gibi bir futbol düzeyine çıkabilecekleri hakkında daha net yorum yapılabilir. Kayseri iki haftalık duraklamadan sonra Antep deplasmanından galibiyetle döndü belki ama onların Galatasaray’a karşı pek şanslarının tutmadığını da vurgulamak lazım. Son beş buçuk yılda iki takım ligde 11 defa karşılaşırken bu maçların altısını Galatasaray kazandı, beş tanesiyse berabere bitti. İşin ilginci, 2004 yazında Erciyesspor adını alan ve daha önceleri 1973’ten 1998’e kadar aralıklarla dokuz kez birinci ligde mücadele eden eski Kayserispor da Galatasaray ile yaptığı 18 karşılaşmadan sadece birini kazanabilmiş ve rakibine 13 defa mağlup olmuştu.

Beşiktaş için “sessiz sedasız kazandı” denilebilir. Kongrenin patırtısı gürültüsü arasında Antalya maçı doğru dürüst gündeme dahi gelmedi. Trabzonspor toparlanmaya devam ediyor. Bu noktada iki haftadır yaklaşık 20 gol pozisyonuna girip bunların ancak çeyreğini gole dönüştürebilen Bordo-Mavililer için yeni transfer Teofilo Gutierrez’in takıma neler vereceği çok önemli. Zira birinin artık bu gol kaçırma hastalığına çare olması lazım. Gol kaçırma hastalığı demişken bir parantez açıp tekrar Fenerbahçe’ye dönmekte fayda var. “Semih’in ikinci golündeki aynı pozisyonda Güiza olsaydı ne olurdu?” diye sorası geliyor insanın.

Anadolu takımları içinde haftanın en iyisi Bursaspor’du. Eskişehir’e karşı fırtına gibi başladıkları maçı erkenden koparıp zirve mücadelesine ne kadar hevesli olduklarını gösterdi Bursalılar. Ancak peş peşe çok zorlu virajlara girecekler. Fenerbahçe kupa maçı, Ankaragücü deplasmanı, Fenerbahçe ile kupadaki ilk maçın rövanşı, Trabzonspor ve bu sefer de ligdeki Fenerbahçe deplasmanı... Bu beş maçın bitiminde Bursaspor’un muhtemelen bu sezon ne yapabileceği iyice netleşecektir.

Oyunsan Oyunluğunu Bil - I




İngiliz Futbol Federasyonu'nun fikstürdeki yoğunluk sorununa getirdiği çözüm... İşin komiği bu maçlara aynı kadrolarla çıkılabilmesiydi...

-Beyler, çok yormayın kendinizi, bu maçın ardından daha aşağı mahalleyle oynayacaz...
+ Abi o zaman ben biraz kaleye geçeyim, ikidir depara kalkıyorum, tıknefes oldum...


Mısır: İstikrarsızlığın İstikrarı!




Böylesi bir istikrarsızlık herhalde dünya futbolunda bundan sonra kolay kolay görülmeyecek. Mısır’ın Afrika Uluslar Kupası’ndaki başarıları ve buna karşın Dünya Kupası elemelerindeki başarısızlıklarının kol kola gitmesinden bahsediyorum.

Bugün Gana karşısında elde edilen 1-0’lık galibiyetle birlikte Mısır üst üste üçüncü kez Afrika’nın en büyüğü oldu. 2006 ve 2008’deki turnuvaları da zirvede tamamlamışlardı. Ancak aynı Mısır, ne 2006 Dünya Kupası’na katılabildi, ne de 2010 Dünya Kupası’na... Hatta şu ana kadar toplam yedi Afrika Şampiyonluğu bulunan Firavunlar, kıtalarını bir dünya kupasında temsil etme şerefine sadece iki kez nail olabildiler: 1934’te ve 1990’da...

Mısır’ın Afrika şampiyonalarındaki rakipsizliği, diğer ülkelerin şampiyonluk sayılarına bakılınca daha net ortaya çıkıyor. Mısır’dan sonra en çok Afrika şampiyonu olan ülkeler dörder kez ile Kamerun ve Gana... Nijerya ve eskinin Zaire’si, şimdinin Demokratik Kongo Cumhuriyeti de ikişer kez mutlu sona ulaşmışlar.

Afrika’daki Mısır hegemonyası bu kadarla da sınırlı değil. Kulüpler düzeyinde de Afrika Şampiyonlar Ligi’nde en çok zafer elde eden takım, altı defayla Mısır’dan Al-Ahly... Onları da ezeli rakipleri Zamalek beş şampiyonlukla izliyor. Bu iki ekipten sonraysa üçer şampiyonluk kazanan dört takım var.

Ancak ne oluyorsa oluyor, Mısır Kara Kıta’daki bu hâkimiyetine karşın bir türlü Dünya Kupası’na gidemiyor. Daha önce yalnız 1934 ve 1990’da katıldıklarını söylemiştik. 1934 için de ayrı bir parantez açmak lazım. O zamanlar şimdiki gibi konfederasyonlar falan yok, hatta bugünkü gibi haritalar, yani ulus devletler de yok... FIFA diyor ki “Afrika ve Asya'dan da bir takım katılsın kupaya.” Ama ortada doğru dürüst ülke yok. Bir süredir futbolun oynanmakta olduğu bağımsız veya yarı bağımsız ülkeler olarak Mısır, Türkiye ve Filistin var. Bu üçünü bir gruba koyuyorlar, sonra bizimkiler nedense çekiliyor ve baş başa kalan Mısır ile Filistin aralarında iki maç yapıyorlar, Mısır karşılaşmaların ikisinden de galip ayrılıp kupaya katılıyor.

Afrika kıtasından Dünya Kupası elemelerine Mısır haricinde ilk kez 1958’de Sudan katıldı. Mısır ile Sudan o elemelerde birbirleriyle oynamamışlar, Asya grubundan gelen İsrail ile bir play-off grubuna düşünce hemen elemelerden çekilmeyi tercih etmişlerdi. Mısır sonrasında 1962, 1966 ve 1970 elemelerine de katılmadı (O zamanlar Suriye ile birlikte Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni oluşturuyordu ve ülke birtakım politik gerekçelerle Dünya Kupası’na uzak durdu). Mısır’ın 1974’ten itibaren çizdiği hayalkırıklığı tablosuysa şöyle:

1974: İlk turda Tunus’a elendiler.
1978: Final grubunda Tunus’un gerisinde kaldılar.
1982: Üçüncü turda Fas’a elendiler.
1986: Üçüncü turda Fas’a elendiler.
1994: İlk tur gruplarında Zimbabve’nin gerisinde kaldılar.
1998: Final gruplarında Tunus’un ardından ikinci oldular.
2002: Final gruplarında Senegal ve Fas’ın gerisinde kaldılar.
2006: Final gruplarında Fildişi Sahili ve Kamerun’un ardından üçüncü oldular.
2010: Final grubunu aynı puan ve averajla tamamladıkları Cezayir’e play-off’ta boyun eğdiler.

Mısır’la ilgili bir başka ilginç ayrıntı da Afrika Şampiyonu olduğu yıllarda düzenlenen hiçbir Dünya Kupası’na katılamamış olması. Mısır’ın şampiyonlukları 1957, 1959, 1986, 1998, 2006, 2008 ve 2010’da geldi. Bunların dördü, Dünya Kupası ile aynı yıla denk geliyordu ve o Dünya Kupalarında Afrika’yı, şampiyonu temsil edemedi.

Bir başka ilginç not: Mısır 1990 yılında Dünya Kupası’na katılmadan birkaç ay önceyse bu sefer Cezayir’deki Afrika Uluslar Kupası’nda büyük bir başarısızlığa uğramış ve ilk turda Cezayir, Nijerya ve Fildişi Sahili’nin bulunduğu grupta bütün rakiplerine yenilerek sıfır çekmişti.