30 Mart 2008 Pazar

Teknik Ayakların ve Oyun Anlayışının Yarattığı Fark




Derbiden önce maçla ilgili en çok konuşulan nokta, Fenerbahçe’de Deivid’in, Beşiktaş’ta da Bobo’nun eksiklikleriydi. Deivid, Fenerbahçe’nin özellikle bu sene çok geliştirdiği ayağa bol pas anlayışında, takımın sivrilen ismi olmuştu ve eksikliği de haliyle sarı-lacivertli taraftarları endişelendiriyordu. Bobo ise son beş Fenerbahçe-Beşiktaş maçında rakip fileleri üç defa havalandırmıştı ve onun yokluğunda da siyah-beyazlıların gol yollarında sıkıntı yaşaması muhtemeldi.

Peki dünkü maçta, bu eksiklikler neticesinde nasıl bir tablo çıktı? Fenerbahçe, tıpkı birkaç ay önceki PSV maçında olduğu gibi, Deivid’in yerine Kazım’la oyuna başladı. Kazım, Deivid kadar pas trafiğini yönlendirecek nitelikte bir oyuncu değil ama onun da seriliği ve kanattan getirdiği toplarla takımına kazandırabileceği ekstra şeyler var. Nitekim PSV maçından sonra dün de bu özelliklerini kullanarak takımına bir hayli faydalı oldu. Fenerbahçe’nin Deivid’i çok aramamasına neden olan bir başka durum da, orta sahada Maldonado’nun varlığıydı. Top ayağına gelmeden topu nereye atacağına karar veren ve bu yüzden çabuk ve isabetli paslar dağıtabilen oyuncunun, takımının bol pasa dayalı düzeninde ileriki günlerde daha fazla sivrilmesi hiç de sürpriz olmaz.

Fenerbahçe maçın hemen başında, topu çok fazla kontrolü altında alıp seri paslaşmalarla Beşiktaş’ı oyundan düşürmek ve rakip ceza alanı çevresinde oluşan boşluklara yapılacak ani koşularla pozisyona girmeyi hedeflemişti ki bu plan henüz 10. dakikada meyvesini verdi. Topun bir oraya bir buraya dolaştırılmasıyla abandone olan Beşiktaş savunması, Kazım’ın sağ kanattan yaptığı ortada alan paylaşımında sınıfta kalınca, bir anda iki stoperin arasında bitiveren Alex’in kafası ağlarla buluştu.

Beşiktaş’ın, Fenerbahçe’nin oyun anlayışını bozmak için yapacağı en temel hamleler, oyunda sertliğin dozajını arttırmak ve hızlı oynamaya çalışmaktı. Böylece Fenerbahçe’nin orta sahadaki hakimiyetini kırabilirlerdi. Bu şartlardan ilkini yerine getirince oyunu biraz dengelediler ama takımda Delgado ve Tello dışında çok fazla teknik oyuncunun bulunmaması, hızlı oynanmanın önünde önemli bir engeldi. Bu doğrultuda yapılan teşebbüslerin çoğu pas hatalarıyla sonuçlandı.

Fenerbahçe’de dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da, takım savunmasında kaydedilen aşama. Özellikle oyun dar bir alanda oynandığında Fenerbahçe savunması rakip forvetler için azap verici bir hal alıyor. İşte tam da bu yüzden Bobo’nun yokluğu Beşiktaş adına büyük bir dezavantaj teşkil etti çünkü Fenerbahçe’nin bu savunma kurgusu, en çok süratli ve sürekli alan değiştiren forvetler karşısında hata yapıyor. Dolayısıyla Bobo’nun Holosko’yla birlikte kullanılması durumunda bu kurgu alarm verebilirdi ama Nobre gibi kaleye sırtı dönük oynayan forvetlerin bu düzende çok fazla şansı olmuyor. Kanoute ile Luis Fabiano’nun bile iki maçta bu savunma karşısında nadiren pozisyona girdiği düşünüldüğünde, Nobre’nin dünkü etkisizliği, haliyle Beşiktaş’ın da ceza sahası içerisinde istediği pozisyonları üretememesi, çok da şaşırtıcı değil.

Buna rağmen Beşiktaş, ikinci yarıdaki iki değişikliğin ardından maça ortak olabilecek bir noktaya geldi. Fenerbahçe’nin ilk yarı boyunca sağ kanattan çok sık gelmesi, sol kanattansa buna kıyasla fazla etkili olamaması üzerine Ertuğrul Sağlam, ilk yarıda göbekte görev yapan Baki’yi sola, Kazım’ın karşısına çekip, sağdaki Toraman’ı da Baki’nin yerine ortaya aldı. Üzülmez-Ali değişikliğiyle de Toraman’ın boşalttığı sağ tarafa Ali’yi yerleştirdi. İlerleyen dakikalarda Uğur Boral’ın sakatlanması ve yerine Semih’in girmesi de, sahadaki yerleşim açısından siyah-beyazlıların işine geldi zira Beşiktaş, Wederson’a karşı Ali ve Serdar Özkan ile oynayarak o bölgede üstünlüğü ele almaya başlamıştı. Zico’nun Semih tercihiyse herhalde Semih’in ilerde top tutabilmesi ve pas yapabilmesine bağlı bir tercihti. Brezilyalı teknik adam, böylelikle muhtemelen topu biraz daha ilerde dolaştırarak orta sahada Beşiktaş’ın sert oyununu kırmayı, hatta bu sertliğin ceza sahası çevresinde de devam etmesi durumunda, kazanılacak duran toplardan gol bulmayı hedefliyordu.

Değişiklikler sonrası planı ilk tutan, Sağlam oldu. Beşiktaş, maç başından beri yapmakta zorlandığı hızlı pasları, Fenerbahçe’nin yararlanamadığı bir köşe vuruşunun ardından peş peşe yapıverince bir anda Serdar Özkan ile rakip kaleye inip golü buldu. Golde, Maldonado’nun Serdar’ın önünü kapatmak üzere olmasına aldırış etmeyip kalesini boşaltan Volkan’ın da ciddi bir hatası vardı.

1-1’den sonraysa bu kez Zico’nun planının tutmasına gelmişti sıra. Semih’in Alex’le paslaşması ve ceza sahasına girerken topu çok iyi saklayıp, bir rakibini de ekarte ettikten sonra yeniden Alex’i görmesi, Alex’in klas son vuruşuyla neticelenince, Fenerbahçe skorda yeniden üstünlüğü ele geçirdi.

Bundan sonrasıysa teknik-taktikten çok psikolojiyle alakalıydı. Beşiktaşlı oyuncular sanki maçta alacakları bir beraberliğin, kendileri açısından mağlubiyetten pek farklı olmayacağını düşünen bir havaya bürünmüşlerdi. Tabii beraberlik golünü attıktan kısa bir süre sonra yeniden geriye düşmenin yarattığı moral bozukluğunu da yaşıyorlardı ve bu durumda maça daha fazla asılamadılar. Fenerbahçe için de oyunun kontrolünü ele almak ve kalan süreyi eritmek çok zor olmadı.

Maçın sonucunda en etkili olan faktörü kısaca özetlemek gerekirse bu, Fenerbahçe’nin bol ayağa pasa dayalı oyun anlayışı ve bu anlayışı düzgün bir biçimde sahaya yansıtmasını sağlayan teknik ayaklara sahip olmasıdır.

26 Mart 2008 Çarşamba

Rekorlarla Dolu Bir Maç




Genelde atmaya değil yemeye alışık iki takım olan Malta ile Liechtenstein’ın bugün Valletta’da yaptığı maçta ev sahibi Malta ezberini bozarken konuk Liechtenstein ise kötü alışkanlığını sürdürmüş. Maçın skoru 7-1. Hepsinden önemlisi bu, Malta’nın bugüne kadar tarihinde aldığı en farklı galibiyet. Bundan önce listenin tepesinde, 19 Nisan 1994’te Azerbaycan’a karşı aldıkları 4-0’lık galibiyet vardı, artık Azerilerin yerine Liechtensteinlıların adı geçecek Malta futbol tarihinin altın suyuna bandırılmış tek tük sayfalarında.

Tek rekor bu da değil üstelik. Malta’nın, İngiltere Championship takımlarından Coventry City’de forma giyen oyuncusu Michael Mifsud yedi golden beşine imzasını atarak, Malta milli takımı adına bir maçta en çok gol atan oyuncu oldu. Böylece milli takımla 56 maçta 19 gole ulaşan Mifsud, 111 maçta 23 gol atmış, gelmiş geçmiş en önemli Maltalı futbolcu olarak gösterilen Carmel Busuttil’in rekorunu kırmaya da çok yaklaştı.

25 Mart 2008 Salı

Ey Yorumcu! Yeterince Delirdin Mi?

Geçen ayki (özellikle hakem kararları açısından) olaylı Galatasaray-Fenerbahçe maçından sonra Mehmet Demirkol “Ey Hakem! Yeterince Delirdin Mi?” başlıklı bir yazı yazmıştı. Yazıda genel olarak ülkemizdeki hakem yorumculuğu denen mefhum sayesinde hakemlerin sürekli anlamsız tartışmaların içine çekildiği ve gündemde haddinden fazla ön plana çıkarıldığı, bunun sonucunda da psikolojik açıdan büyük bir yıkıma uğradığı, hatalarının da bu yıkımdan kaynaklandığı anlatılıyordu.

Güzel bir yazıydı ama işin “yorumcu” kısmına hazır bir taş atılmışken ben devamının da gelmesini beklemiştim açıkçası. Çünkü ülkemizde delirenler, delirtilenler salt hakemler değil maalesef. Sadece Demirkol’un yazısında taşladığı “yorumcunun hakeme odaklı olanları” da değil ayrıca. Bu sınıfa dahil edilecek çoook geniş bir güruh daha var cennet vatanda, o da “futbol yorumcusuyum” diye geçinen herkesi kapsıyor neredeyse. Yıllardır bu işin içinde olanından tutun da benim gibi daha dün kısa pantolonla gezip bugün hasbelkader şu işin ucundan tutmaya çalışanlara kadar hemen hemen herkesi...

Bu sorun, insanımızın gazetede veya televizyonda gördüğünü “anormal bir bilirkişi” bellemesinden mi kaynaklanıyor yoksa medya kuruluşları mı kendi kalemşörlerini bu şekilde pohpohlayıp vitrine sürmeye çalışıyor tartışılır. Fakat tartışılmayacak bir şey var ki o da bir şekilde kendisini o gazetede veya bu televizyon kanalında gösteren kişi, dışarıdan gelen şişirmecelerin de neticesinde, kendisini allame-i cihan olarak görmeye başlıyor. Ondan sonra da olabilecek her konuda sağa sola akıl öğretme çabaları baş gösteriyor.

Futbol yorumcusunun normalde yapması gereken, sahada olanı yorumlamasıdır. Yorumcu, bulunduğu mevkie, sahada olup biteni, sıradan vatandaştan daha iyi görebildiği varsayılarak getirilmiştir çünkü. Dolayısıyla olanı yorumlamasıyla, vatandaşa, onların gözünden kaçan detayları aksettirebilecektir.

Lakin bizde futbol yorumcularının hepsi, kendilerine göre olması gerekeni yorumlamaktadır. Bir başka deyişle pozitif değil normatif yorumlar yapmaktadırlar. Gelgelelim burada şöyle sorunlar ortaya çıkıyor. 1-) Yapılan yorumların tamamen varsayımlar üzerine kurulu ve dayanaksız olması, 2-) Yorumlarında eleştiri yapan kişilerin, eleştirdikleri kişilere göre bu işi daha iyi bildiklerine dair ortada hiçbir kanıt bulunmaması.

Özellikle 2. madde, yorumcularımızın ne denli tehlikeli sularda dolaştıklarının bir göstergesi adeta. Sadece Zico ile ilgili yapılan yorumlar özelinde yapacağımız bir tahlil sonucunda, bu konuda demek istediğimi çok daha net bir biçimde açıklayacağımı düşünüyorum.

Zico, dünyanın en büyük futbolcu madeni Brezilya’nın, Pele ve Garrincha ile birlikte bugüne kadar çıkardığı en değerli üç cevherden biri olarak gösterilen, futbol oynadığı dönemde de Platini ve Maradona ile birlikte en çok saygı gören üç futbolcudan biri olan, kısacası futbol dünyasının gördüğü gelmiş geçmiş en büyük yeteneklerden birisi. Bugüne kadar medyamızda kaç yorumcu “bu adam Zico, böyle birisinin yaptığı her taktiksel seçim üzerinde ‘acaba ne düşündü’ diye iki kere kafa yormak gerekir” dedi ve Zico’nun taktik hamlelerini baştan savma bir şekilde değil de ciddi ciddi kafa yorarak yorumlamaya çalıştı?

Eh, tabii burada işin kolayı “futbolculuk başka, teknik direktörlük başka” makamından türküler okuyarak, mesnetsiz eleştirilere devam etmek olacaktır, nitekim öyle de oluyor. O zaman da Zico’nun Fenerbahçe’de 1.5 sene içerisinde elde ettiği başarıları (ligde şampiyonluk, Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final) Türkiye’de bugüne kadar başka kimin elde ettiğine bir bakalım isterseniz. Cevap: Galatasaray’ı çalıştırdığı dönemde Mircea Lucescu. O da bizde yorumculuk yapmıyor. Yani bu açıdan bakınca ortada Zico’ya pek işini öğretecek donanımda yorumcu olmadığı kolaylıkla görülebilir.

Zaten yorumcunun işi de bu değil. Tekrarlamakta fayda var, yorumcu, sokaktaki adama, onun görmediği detayları göstermeye çalışacak, kendisinden çok daha üst düzeydeki birine akıl öğretmeye kalkışmayacak. Tabii bizim verdiğimiz bu örneği de “doğum mütehassısı olmak için kadın olmak gerekmiyor” diye çarpıtmaya çalışanlar olacaktır, onlara da aslında durumlarının doğum mütehassısına değil de, tam donanımlı bir hastanede çalışan doğum mütehassısı bir profesöre akıl öğretmeye kalkan, samanlıklarda doğum yaptıran bir ebeye benzediğini hatırlatmak lazım. Ebelerin de sonuçta kendilerinden daha yetersiz durumda olan kişilere hizmet ettiği bir gerçek, yapmaları gereken de o zaten, ama koskoca bir profesöre akıl öğretmeye kalkarlarsa komik olmaktan öteye gidemezler.

2. maddeyi bu şekilde geçtikten sonra 1. madde üzerine de biraz örnekler vererek konuşalım. İşte Zico’ya yöneltilen basmakalıp eleştiriler ve bu eleştiriyi yapanların nasıl karavana attıklarının göstergeleri:

-Zico tek forvet oynuyor...

Dakika bir gol bir! En ciddi yanlışlardan biri bu! Daum döneminde de aynı tespit hatası yapılıyordu. Zico takımını ofansif eğilime göre 4-2-3-1, defansif eğilime göre 4-4-1-1 şeklinde oynatıyor ve bunların ilkinde dört, ikincisinde de iki forvetle oynuyor. O ilerdeki 1 rakamıysa santrforu, yani merkez forveti gösteriyor sadece. Kaldı ki futbol bir çivi maçı olmaktan çıkalı çok oldu. Her şeyi rakamlarla bu kadar net ifade etmek de doğru değil. Maç içerisinde oyuncular farklı pozisyonlara da kayabiliyor. Fenerbahçe de zaman zaman Alex ve Deivid’in ileri kaymalarıyla iki santrforlu şablonlar ortaya çıkarabiliyor oyun içinde.

-Zico Inter’e karşı da tek forvet oynuyor, Kasımpaşa’ya karşı da...

Hadi buradaki “forvet” kelimesini ağız alışkanlığıyla yapılmış bir hata olarak görüp, kastedilenin “santrfor” olduğunu düşünelim ve ona göre de şu soruyu soralım: bu yorumu yapanlar, Manchester United’ın Roma’ya karşı iki, Derby County’ye karşı dört veya Barcelona’nın Lyon’a karşı bir, Levante’ye karşı beş santrforla mı oynadığını zannediyorlar? Her maça birbirinden farklı, rakibe göre taktikler belirleyerek çıkan kaç takım kaldı dünyada?

Bu kişiler sene başında da Deivid’in sağ tarafta oynamasına bir anlam verememişlerdi. Hemen “Mehmet Yozgatlı niye gönderildi, Deivid neden gönderilmedi, bu adam torpilli” diyerek baştan savdılar işi. Kahvehanedeki adama, onun görmediği birtakım detayları göstereceklerine, kendileri de gözlerine perde indirip, kahvehanedeki adamın seviyesine düştüler. Halbuki biraz Zico’yu anlamaya çalışsalar, Alex’ten sonra hücum bölgesinde ayağa pas yapan bir oyuncunun daha bulunmasının, takımın topa çok daha fazla sahip olmasında ve özellikle göbekten verkaçlarla çok daha fazla akın geliştirmesinde kilit rol oynayacağını görebilirlerdi. Onların gönderilmemesini istedikleri Mehmet Yozgatlı’nın Beşiktaş’ta kadroya giremiyor olması, Deivid’inse özellikle Şampiyonlar Ligi’nde takımın kahramanı haline gelmesi, kimin haklı çıktığını en güzel biçimde ortaya koyuyor aslında.

İki maçtır Semih’in sonradan oyuna girmesi ve gollerin gelmesi sonucunda “çift forvet (santrfor demek istiyorlar) ile bu takım daha çok gol bulur” demeleri de en az Deivid örneğindeki gibi yüzeysel bir tespit. Fenerbahçe iki maçtır Semih’i nasıl oyuna soktu? Selçuk çıktı, Semih en ileriye geçerken, Aurelio biraz daha geriye, Selçuk’un boşalttığı bölgeye doğru kaydı. Aynı şekilde Alex de biraz arkaya çekilip Aurelio’nun boşalttığı bölgeye yaklaştı. Bu, o ana kadar yorulan rakip karşısında, 30 dakikalığına denenebilecek bir anlayış. Fakat diri bir rakip karşısında maç başından itibaren denenebilir mi? Kimse bunu sormuyor. Böyle bir durumda orta sahada yaşanabilecek sıkıntıları kimse dile getirmiyor. Hepsini geçtim, olay sadece takımdaki santrfor sayısının artmasıyla gol sayısının da aynı ölçüde artması kadar basit olsa, niye dünyada 3-5 santrforla oynayan takımlar yok? Madem bol bol gol atacaklar!

Örnekler çoğaltılabilir ama şu haliyle bile bizim futbol yorumcularımızın ne denli büyük yanlışlar içerisinde oldukları herhalde görülebiliyordur. Nasıl olduysa gelinen bu kendini kaybetmişlik noktasından umarız en kısa zamanda dönülmeye başlanır. Bu geri dönüş için de en olmazsa olmaz şart, yazının içinde de birkaç kere tekrarladığımız üzere, akıl vermeye çalıştığımız futbol adamlarının, futbol üzerine bizden çok daha fazla birikime sahip olduğunu kabul edip onlara akıl vermekten vazgeçmek ve sadece sahada olup biteni, bizim kadar dikkatli olmayan kişilere detaylı bir şekilde aksettirmektir. Aksi takdirde, futbolla ilgilenen herkesin toptan delirmiş olduğu bir memleketle karşı karşıya kalacağımız günler çok da uzak değil.

Akademi’nin Son Mezunu: Freddie Sears

West Ham’ın futbol akademisi meşhurdur, İngiltere’nin tek dünya şampiyonluğunda finalde golleri atanlar da (Geoff Hurst, Martin Peters) kupayı havaya kaldıran da (Bobby Moore) West Ham’ın yetiştirdiği adamlardı. Günümüzde de kimler yok ki o akademiden çıkan. Rio Ferdinand, Frank Lampard, Joe Cole, Michael Carrick, Jermaine Defoe... Bunların yanına birkaç sene içinde bir ismi daha ekleyecek gibiyiz: Freddie Sears.

Sears 27 Kasım 1989 doğumlu. Henüz 18 yaşından 4 ay almış vaziyette. Genç takımla rezerv takımda maç başına bir gol atacak kadar abartılı bir oran tutturunca Alan Curbishley daha fazla seyirci kalamadı Freddie’ye ve kendisini A takıma aldı. 10 gün önceki Blackburn maçında da son dakikalarda ilk kez sahaya sürdü Sears’ı ve bizim fırlama beş dakika içinde siftahını yapmayı başardı. Geçen hafta sonu da Everton’a karşı ikinci yarı kendisini gösterdi. Ne yalan söyleyeyim, resmen Michael Owen’ın 10 sene önceki halini gördüm çocukta. Ele avuca sığmıyor, sürekli pozisyona giriyor, defansı serseme çeviriyor. Bu sezon çoğu maçta sağlam duruşuyla dikkat çeken Everton savunması bu çocuğu zaptedemedi bir türlü. Az kalsın yine atıyordu zaten golünü ama direk engel oldu yaptığı akıl dolu plasenin filelerle buluşmasına.

Dean Ashton hazır geçen seneki sakatlığın etkisinden kurtulmaya başlamışken yanına bir de Sears piyangosu vurdu ya, gelecek sezon Hammers’dan sürpriz bir çıkış beklemek için bir nedenimiz daha oldu. Umarım ilk izlenim yanıltıcı olmamıştır ve bu çocuk Upton Park’ın kralı olur birkaç sene içinde.

19 Mart 2008 Çarşamba

In Memoriam...



Randy Rhoads


6 Aralık 1956 - 19 Mart 1982

18 Mart 2008 Salı

Big Ears Chelski’ye Hediye Mi Edilecek?




Roman Abramovich yaklaşık dört yıldır futbol dünyasında adından en çok söz ettiren kişilerden biri. Chelsea’yi satın aldıktan sonra takımı dünyanın zirvesine çıkarabilmek için çılgınca paralar harcadı. Bu süre içinde İngiltere’de görmediği kupa kalmadı ama en büyük rüyası olan Şampiyonlar Ligi şampiyonluğuna bir türlü ulaşamadı. İki kere yarı finale kadar geldi takım, ötesini göremedi.

Futbolun masum bir spor olduğunu düşünmek, hele ki içinde bu kadar çok para dönüyorken, safdillik olur. Bu sene Chelsea çalkantılı bir dönem geçiriyormuş gibi belki ama Şampiyonlar Ligi’nde işler tam istedikleri gibi gidiyor. Bu kısmı biraz detaylı incelemekte fayda var.

Chelsea ilk turda Valencia, Schalke ve Rosenborg ile aynı gruba düştü. Rosenborg, Şampiyonlar Ligi’ne katılan 32 takım içinde UEFA sıralamasında en az puana sahip olanıydı. Valencia da sezon boyu küme düşme hattının üzerilerinde gezinmesine neden olacak bir krizin eşiğindeydi. Schalke zaten vasatın üstünde de olsa renksiz denebilecek türden bir takım. Hiçbiri Chelsea’yi liderlik yolunda rahatsız edecek türden takımlar değildi. Öyle de oldu. Chelsea zorlanmadan grubu lider bitirdi.

İkinci turda Mavilerin karşılaşabileceği beş takım vardı: Roma, Celtic, Lyon, Fenerbahçe ve Olympiakos. Bunların içinde en zayıf görüneni Olympiakos’tu ve çekilen kurada Yunan şampiyonu Chelsea’nin rakibi oldu. Maviler bir kez daha zorlanmadan geçtiler turu.

Ve çeyrek final... Muhtemel rakipler bu kez de Manchester United, Barcelona, Liverpool, Arsenal, Roma, Fenerbahçe ve Schalke’ydi. Kura öncesinde büyüklerin hepsinin ortak arzusu Fenerbahçe veya Schalke’den biriyle eşleşmekti. Arzusu yerine gelen iki takımdan biri Chelsea oldu ve kurada Fenerbahçe’yi çekti.

Bitti mi? Bitmedi tabii. Çeyrek final kuralarının devamında yarı final kuraları da çekildi. Turnuvanın en büyük favorileri olarak gösterilen Manchester United ile Barcelona yarı finalde muhtemel bir eşleşmeyle karşı karşıya kalırken Chelsea ise Fenerbahçe’yi elemesi durumunda bu iki rakibe kıyasla daha çok tercih edebileceği Liverpool-Arsenal eşleşmesinin galibiyle oynayacak.

Dahası da var. Chelsea finale kalırsa da sahibi Roman Abramovich’in memleketinde oynamanın avantajını yaşayacak. Malum, maç Moskova’da ve Abramovich’in olası bir final durumunda biletlerin çoğunu ele geçirmesi sürpriz olmayacak. Yani Chelsea finale kalması halinde neredeyse maçı kendi sahasında oynayacak.

Sadece ilk turda son torbadan Rosenborg’u çekmek, ikinci turda Olympiakos’la, çeyrek finalde Fenerbahçe-Schalke ikilisinden biriyle eşleşmek, yarı finalde de Manchester United ve Barcelona’dan uzak durmanın ihtimali 420’de 1 (1/8 * 1/5 * 2/7 * 1/3), yani yüzde 0,24!

Ne dersiniz? Bu kadarı da tesadüf olabilir mi?

20 Yıl Önce, 20 Yıl Sonra

1980’lerde, Hard’n’Heavy dünyasındaki en önemli konser etkinliği, İngiltere’nin Derbyshire bölgesindeki Castle Donington’da düzenlenmekte olan Monsters Of Rock festivaliydi. Her yıl, en baba Hard Rock ve Heavy Metal gruplarından ortalama 4-5 tanesi Donington’da sahne alırdı ve birçok Hard’n’Heavy fanı için “ömür boyu yetecek cinsten” bir konserler silsilesi, sadece bir gün içerisinde izlenmiş olurdu.

1990’larda alternatif abuklukların türetilmesi sonucu (kendilerine kısaca ‘alternashit’ diyoruz) Monsters Of Rock’ın da yavaş yavaş suyu çıktı, ardından da 1996-2006 yılları arasında organizasyon askıya alındı zaten.

Bu dönemde Kıta Avrupası’nda, Monsters Of Rock’ı ikame etmeye niyetli çeşitli festivaller ön plana çıkmaya başladı. Bunlar içinde adından en çok söz ettirenlerden biri de Almanya’da her yaz düzenlenen Wacken festivaliydi.

Geçenlerde Wacken’ın bu seneki afişini gördüm. Sonra aklım 20 yıl öncesine, 1988’e ve o yılki Monsters Of Rock festivaline gitti. 20 yıl içerisinde Hard’n’Heavy’nin nasıl bir erozyona uğradığını görüp ister istemez bir kez daha fenalaştım.

İki resim arasındaki tek benzerlik Iron Maiden’ın headliner olması. Steve Harris’in karakterine ne kadar saygı duysak az. 20 senedir müziğinden hiç taviz vermeyip hâlâ zirvede yer almak başka bir babayiğidin harcı olamazdı zaten. Ancak iki resim arasındaki farklılıklara bakınca ne kadar berbat bir devirde yaşadığımızı ve Dr. Emmett Brown’ın acil yardımına ihtiyacımız olduğunu net bir biçimde görebiliyoruz.



1988’de Iron Maiden’ın altında çıkanlara bakın hele! Henüz düzene ayak uydurmayıp düzenin tam karşısında yer alan Megadeth... Keeper Of The Seven Keys serisiyle tüm zamanların en müthiş Heavy Metal klasiklerinden ikisine imzasını daha yeni atmış Helloween... Appetite For Destruction gibi dehşetengiz bir debut albümüyle ABD’de fırtınalar estirmeye başlamış, süper gruplar serisinin belki de son halkası Guns N’Roses... Van Halen gibi Hard Rock’ın müzikal evrimi ve gelişiminde en önemli paylardan birine sahip olan bir grubun ilk vokalisti ve kimilerine göre dünyanın gördüğü en büyük frontman olan David Lee Roth... Ve Hard’n’Heavy müzikten bahsederken ismi en fazla zikredilen birkaç gruptan biri olan, sahne şovu denen olayın ağababaları KISS...



Bir de gelip bugüne bakalım. Maiden haricinde şahsen seyredebileceğim sadece üç isim var koca listede: Axel Rudi Pell, Axxis ve Lordi. Lordi daha çok sahne şovu görme amaçlı seyredilir, Eurovision başarısının üzerine henüz çok önemli bir şey ekledikleri söylenemez. Axxis idare eder. Axel Rudi Pell ise Jeff Scott Soto ile yolları ayrıldıktan sonra zaten büyüsünü yitirmişti ama o da idare eder diyelim. Ha bir de 20 sene önce olsaydı Exodus ile Kreator’ı da seyrederdik... Yok, vazgeçtim, 20 sene öncesinde olsaydık biraz yukarda görüldüğü üzere Exodus ve Kreator gibilerine zaten sıra gelmezdi.

Bunlar haricinde onlarca grup var, hepsi de “koy çuvala, salla salla vur duvara” cinsinden. Zartwish, Zurtwish, Petrol Ofisi, Bodomun Kopilleri, Linderoth, hedegöth, hödögöth ve logolarını saçma isimleri okunmak zorunda kalmasın diye dizayn etmiş birkaç zırva daha. Anca Heavy Metal’in başlangıç tarihini 2001 falan zanneden şebeleklerin rağbet edebileceği türden saçmalıklar.

“20 yılda nereden nereye” diye iç çektirip insanı kahırlara sürükleyecek bir tablo gerçekten.

Dönüp dolaşıp yine “Iron Maiden da olmasa hayat çekilmez” demekle yetineceğiz anlaşılan...

HNH 101: Introduction To Hard’n’Heavy Music

Madem bir önceki postta sapla samanın karıştırılması üzerine attık tuttuk, şimdi de tavsiyede bulunma kısmına geçelim, insanı ciddi birer Hard’n’Heavy dinleyicisi yapacak seçmece 125 grup ile o grupların, kendilerinin en iyi özümlenmesini sağlayacak albümlerini şöyle bir listeleyelim.

125 sayısı nereden mi çıktı? Pele zamanında “yaşayan en iyi 125 futbolcu” seçimini yaptığında ona bu soruyu sordunuz mu da bana sataşıyorsunuz yahu? 125 iyidir, boşverin.





AC/DC - Highway To Hell
ACCEPT - Metal Heart
AEROSMITH - Toys In The Attic
ALCATRAZZ - No Parole From Rock’N’Roll
ALICE COOPER - Trash
ANGEL WITCH - Angel Witch
APRIL WINE - The Nature Of The Beast
ARMORED SAINT - March Of The Saint
ASIA - Alpha
BAD ENGLISH - Bad English
BADLANDS - Badlands
BARON ROJO - Volumen Brutal
BLACK OAK ARKANSAS - Black Oak Arkansas
BLACK SABBATH - Paranoid
BLACK WIDOW - Black Widow
BLUE MURDER - Blue Murder
BLUE OYSTER CULT - Agents Of Fortune
BON JOVI - Slippery When Wet
BOSTON - Boston
CAPTAIN BEYOND - Captain Beyond
CHICAGO - Chigago
CHUCK BERRY - Chuck Berry Is On Top
CINDERELLA - Long Cold Winter
DAMN YANKEES - Damn Yankees
DAVID LEE ROTH - Eat’em And Smile



DEEP PURPLE - Machine Head
DEF LEPPARD - Pyromania
DEMON - The Unexpected Guest
DIAMOND HEAD - Lightning To The Nations
DIO - Holy Diver
DIRE STRAITS - Dire Straits
DOKKEN - Under Lock And Key
EUROPE - Out Of This World
EXTREME - Pornograffiti
FOREIGNER - 4
GAMMA RAY - Land Of The Free
GENESIS - Selling England By The Pound
GIANT - Time To Burn
GILLAN - Future Shock
GIRLSCHOOL - Demolition
GIUFFRIA - Giuffria
GRAVE DIGGER - Tunes Of War
GREAT WHITE - Once Bitten
GRIM REAPER - Fear No Evil
GUNS N’ROSES - Appetite For Destruction
HARDLINE - Double Eclipse
HELLOWEEN - Keeper Of The Seven Keys Part II
IMPELLITTERI - Screaming Symphony
IRON BUTTERFLY - In-A-Gadda-Da-Vida



IRON MAIDEN - The Number Of The Beast
JAGUAR - Powergames
JETHRO TULL - Aqualung
JIMI HENDRIX - Are You Experienced?
JOURNEY - Escape
JUDAS PRIEST - Defenders Of The Faith
KANSAS - Kansas
KING CRIMSON - In The Court Of The Crimson King
KING KOBRA - Ready To Strike
KISS - Destroyer
L.A. GUNS - Cocked & Loaded
LED ZEPPELIN - Led Zeppelin IV
LITA FORD - Lita
LOUDNESS - Thunder In The East
LYNYRD SKYNYRD - Pronounced...
MARILLION - Misplaced Childhood
MEAT LOAF - Bat Out Of Hell II
MOLLY HATCHET - Molly Hatchet
MONTROSE - Paper Money
MOTLEY CRUE - Dr. Feelgood
MOTORHEAD - Ace Of Spades
MR. BIG - Lean Into It
NAZARETH - Hair Of The Dog
NIGHT RANGER - Midnight Madness



OZZY OSBOURNE - Blizzard Of Ozz
POISON - Open Up And Say... Ahh!
PRAYING MANTIS - Time Tells No Lies
PRETTY MAIDS - Future World
QUEEN - Innuendo
QUEENSRYCHE - Operation: Mindcrime
QUIET RIOT - Metal Health
RAINBOW - Rising
RATT - Out Of The Cellar
RAVEN - Rock Until You Drop
RORY GALLAGHER - Irish Tour
ROSE TATTOO - Rose Tattoo
ROUGH CUTT - Rough Cutt
RUNNING WILD - Death Or Glory
RUSH - 2112
SAMMY HAGAR - Standing Hampton
SAMSON - Shock Tactics
SATAN - Court In The Act
SARACEN - Heroes, Saints And Fools
SAVAGE - Loose’n Lethal
SAVATAGE - Gutter Ballet
SAXON - Innocence Is No Excuse
SCORPIONS - Virgin Killer



SKID ROW - Skid Row
STATUS QUO - Quo
STEELHEART - Steelheart
STEPPENWOLF - Steppenwolf
STRATOVARIUS - Episode
TEN YEARS AFTER - Cricklewood Green
TESLA - Mechanical Resonance
THE ALLMAN BROTHERS BAND - Brothers And Sisters
THE WHO - Quadrophenia
THIN LIZZY - Jailbreak
TNT - Knights Of The New Thunder
TOKYO BLADE - Tokyo Blade
TRIUMPH - Allied Forces
TWISTED SISTER - Stay Hungry
TYGERS OF PAN TANG - Spellbound
UFO - Phenomenon
URIAH HEEP - Demons And Wizards
VAN HALEN - For Unlawful Carnal Knowledge
VIXEN - Rev It Up
WARLOCK - Triumph And Agony
WASP - The Idol
WHITE LION - Pride
WHITESNAKE - 1987
WINGER - Winger
WISHBONE ASH - Argus
Y & T - In Rock We Trust
YES - Close To The Edge
YNGWIE J. MALMSTEEN - Trilogy
ZZ TOP - Tres Hombres

There’s Only One Way To Rock!




Bu blogu ilk açtığım günden beri futbola verdiğim kadar Hard Rock ve Heavy Metal’e de ağırlık verme niyetindeydim ancak nedense bir türlü işin ucundan tutamadım şu ana dek. Bugün nihayet kolları sıvayasım geldi. İyisi mi siftah niyetine de Hard’n’Heavy hakkındaki düşüncelerimi yazayım da genel bir giriş olsun.

Birçok kişi Hard Rock ve Heavy Metal dinler, hatta içlerinden bazıları bu müziği icra etmeye de çalışır... Ancak işin aslı, söz konusu kişilerin çoğunun Hard’n’Heavy dinlediğini zannetmesidir. “Zannetmek” diyorum çünkü bu zatların Hard Rock’ın ve Heavy Metal’in ne olduğu hakkında herhangi bir düşünceye sahip olduklarını iddia edebilmek güçtür. Bu insanlar için Heavy Metal’in ne gibi bir anlamı olduğunu sorguladığımızda da karşımıza “kişilik bunalımları sonucu açığa çıkmış şekilperestlik ihtiyacının bilinçaltı tatminine yönelik bir araç olarak Heavy Metal etiketi” şeklinde uzun bir başlık çıkıyor.

Peki öyleyse, gerçekte Hard’n’Heavy nedir, ne anlam ifade etmektedir? Bu soruları cevaplayabilmek için önce sanırım Hard Rock’ın ve Heavy Metal’in nasıl ve hangi şartlar altında ortaya çıktığını incelemek gerek. Heavy Metal’in tarihini inceleyenlerin birçoğuna göre ilk ateş Black Sabbath ile yanmıştır. (müzikal açıdan bakacak olursak öncesinde tabii ki primitif blues örneklerine kadar uzanan bir evrim zinciri söz konusu) Sabbath in ilk albümünün 1970’te çıktığını hesaba katarsak ateşi yakan kıvılcımların 60’lı yılların sonunda parlamaya başladığını söylemek sanırım doğru olur.

1960’ların sonunda dünya büyük değişimlere gebeydi. Özellikle ABD’nin Vietnam Savaşı’na karşı gençlerin ortaya koyduğu büyük kitlesel tepkiler, 68 hareketinin ortaya çıkması, ABD ve SSCB arasındaki rekabetin sahasının dünyayı da aşarak uzaya taşması ve daha onlarca neden... Ortalıkta dolaşan nükleer savaş söylentileri... Dünyadaki, özellikle de üçüncü dünyadaki, gelir adaletsizliğinin, suç oranının, insan hakları ihlallerinin dayanılamaz hale gelmesi... Hepsi çeşitli patlamaların habercisiydi sanki.

Ve mevzubahis patlamalar da oldu. Birçok değişik alanda cereyan eden bu patlamalar, müzik alanında da kendini göstermişti. Müziğin de yardımıyla, varolan düzendeki bozukluklardan tutun da yaşamımızı oluşturan öğelerden hemen hepsi sorgulanmaya çalışılmış ve sorgulama sonucu bulunan yanlışlıklar da tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilmeye başlanmıştı.

Heavy Metal kavramı bu şekilde ortaya çıktı. Malum ortaya çıkış sekline bir daha bakacak olursak, Heavy Metal’in sadece bir müzik türü olmaktan çok daha öte vasıflar taşıdığını da görebiliriz. Diğer müzik türlerinde olmayan cinsten bir protest ruh, diğer türlerdeki kokuşmuş romantizmin yerine yalın ve sert bir realizm ve tüm bu tepkileri de aynı yalınlık ve sertlik çerçevesinde ifade edebilecek türden bir RAW ve HEAVY sound... Heavy Metal’in özü bariz bu şekilde oluştu. Black Sabbath War Pigs i neden yaptı? Gerçek anlamda ilk Heavy Metal parçalarından biri olarak War Pigs’i göstermek sanırım yanlış olmaz. Şu ana kadar bahsetmiş olduğumuz bütün nitelikleri içinde barındıran essiz bir eserdir çünkü o.

Black Sabbath’ı takiben birçok önemli grup daha çıktı 70’lerde. Ama Heavy Metal adına asıl patlama 79 yılının sonlarında ve 1980 yılında yaşanacaktı. Bugün New Wave Of British Heavy Metal olarak adlandırılan ve başta Iron Maiden ile Saxon olmak üzere Heavy Metal’in karakteristiğini olabilecek en net biçimde ortaya koyan grupların hayat bulmasına vesile olan dalga, bu dönemde kendisini hissettirecekti.

Yine soğuk savaşın yarattığı gerilimin en üst düzeye vurduğu bir zaman... Ayrıca İngiltere’de o zamana kadar gelmiş en muhafazakar hükümetlerden biri olan Thatcher hükümeti görev başında. Demokrasinin ve insan haklarının beşiklerinden sayılan bir ülkede kelle vergisi alacak kadar dengeleri bozmuş bir hükümet... Bu hükümetin çeşitlik yerlerden birçok tepki alması gayet doğaldı. Yine dünya geneline bakılacak olursa iki süper güç arasında sürekli artan bir ivmeyle büyüyen gerilim, dinmek bilmeyen savaş çığlıkları... İnsanlar buna da tepki verecekti. 60’ların sonundaki şartlar, 70’lerin sonuna gelindiğinde sanki daha bunalımlı bir hal almış ve daha büyük bir çıkmaza girmişti. Dolayısıyla verilecek tepki de on yıl öncesindekine göre daha sert ve şiddetli olmalıydı. NWOBHM da böylesine şartlar sonucu patlayıverdi zaten.

Tüm NWOBHM grupları saf bir protest ruha sahipti. Hepsi hemen her şarkısında dünyada olup bitmekte olan ne kadar yanlış varsa, ne kadar çarpıklık varsa, bunların hepsini ellerinden geldiğince anlatmaya çalışıyordu. Kimisi bunu hiçbir sekle sokmadan, gayet açık ve net bir şekilde söyleyerek yaparken kimisiyse şarkılarında doğaüstü imgelere yer vererek dolaylı bir anlatım yolunu seçiyordu.

Tabii ki Heavy Metal’in sahip olduğu protest nitelikler çoğu kişiyi ve grubu rahatsız etmekte gecikmedi. Zaaflarından yararlandıkları sistemlerin eleştirilmesi, yaptıkları düzenbazlıkları göremeyen insanların uyanmaya çağırılması, bu tip kişileri nasıl rahatsız etmesin ki!? Dolayısıyla Heavy Metal’in, kurmuş oldukları çıkar ilişkileri için bir tehdit oluşturmaya başladığını gören bu kesimler, Heavy Metal aleyhinde yaralayıcı girişimlerde bulunmakta tereddüt etmediler.

Öncelikle işe karalama kampanyalarıyla başladılar. Heavy Metal gruplarının adeta ruh hastası denebilecek kişiler tarafından oluşturulduğu, bunların kan ve vahşet sevdalısı birer zavallı olmaktan öteye gidemediği ve gençliğe çok kötü birer örnek teşkil ettikleri türünden aşağılık ithamlarla Heavy Metal’in üzerine gittiler.

Oysa ki Heavy Metal’in amacı kana ve vahşete karşı bir sevda beslemek değil, tam tersine dünyada zaten var olan kanı ve vahşeti insanların gözü önüne tüm çıplaklığıyla serebilmekti. Çünkü insanların yanlışları düzeltebilmesi için öncelikle hepsini net bir şekilde görmesi gerektiğine inanıyordu Heavy Metal.

Karalama kampanyalarıyla da en fazla bir yere kadar gidilebileceğini ama bunun Hard’n’Heavy oluşumunu temelden sarsamayacağını anlayanlar, bu sefer dıştan saldırmaktansa kaleyi içten fethedecek bir yöntem geliştirmeyi tercih ettiler. Müzikal açıdan tamamen Hard’n’Heavy kulvarında koşan, fakat pek sosyal mesaj kaygısı pek taşımayan, apolitik gruplar yaratıldı. Üstelik bunların popülarite açısından çok ön plana çıkması için de özel imaj çalışmaları yapıldı. Bunlar ne kadar ön planda olursa, Hard’n’Heavy de onların temsil ettiği (ya da edemediği) görüşle özdeşleşecekti çünkü. 80’lerde glam furyasının patlaması bir bakıma bu çabaların sonucudur.

İngiltere’de 1980’lerin başında, amatörlükle yarı amatörlük arasında giden çalışmalar sonucunda albüm çıkarabilen grupların yarattığı NWOBHM dalgasından, ABD’de, özellikle de LA çevresinde, gayet profesyonelce çalışmalar sonucunda türetilen grupların yarattığı glam furyasına... Hatta bu furya o dönemde öylesine etkili oldu ki, Whitesnake gibi neredeyse yıllanmış şarap kıvamına gelecek Hard Rock grupları da, Def Leppard gibi NWOBHM akımının en önde gelen gruplarından biri de, bu tandansa doğru kaymaya başladı.

Amaç belliydi. Hard Rock’ı ve Heavy Metal’i insanlara farklı bir şekilde göstermek, bu illüzyon sayesinde de insanların Hard’n’Heavy’nin aslını unutmalarını sağlamak. Dolayısıyla Hard’n’Heavy’nin o sivri dilinden kurtulmak. Gözleri boyanmaya çalışılan kişilerin, Hard’n’Heavy’nin yardımıyla gözlerini açmasının önüne geçmek. Koyunların koyunluğunu baki kılıp onları eskiden olduğu gibi yalan ve dolanlarla gütmeye devam etmek...

Sonuçta Amerikalıların Kızılderili katliamından nükleer savaşa, idam cezasından dini bağnazlığa kadar her türlü çarpıklığı eleştirebilen grupların yerini “parti olsa da ortamlara aksak, bol bol hatun kaldırsak” minvalinde şarkılar yazan gruplar almaya başlamıştı. Ancak bu plan yine de amacına ulaşamayacaktı çünkü bu gruplar %100 dejenere sayılmazdı. Evet, sergiledikleri tavır dejenereydi belki, ayrıca dış görünüşleri de bol bol makyaj ve saç spreyi içeriyordu ve seleflerine nazaran bu açıdan da çok farklılardı. Ne var ki soundları biraz daha renklendirilmiş, biraz daha popa kaydırılmaya çalışılmış da olsa hâlâ gayet hard’n’heavy idi. Böyle olunca da bu grupları dinlemeye başlayan bir kişi, kısa süre sonra, sound olarak onlara çok yakın tandansta olan seleflere de el atıyordu haliyle. Yani glam furyası denen şey aslında Hard’n’Heavy’yi bir şehir olarak varsayacak olursak o şehrin banliyösü haline gelmişti, merkezi besleyen periferiye dönüşmüştü.

Meselenin sadece tavrı ve imajı değiştirmekle hallolmayacağını gören şer odakları bunun üzerine yeni trendler yaratma derdine düştüler. Böylece 80’lerin sonunda “grunge” denen zırvayla karşılaştık. 90’ların başında da glam tamamen “demode” ilan edilip yerine bu grunge zırtapozluğu moda haline getirildi. Janrın aynı zamanda “alternative” diye adlandırılması da niyetin ne olduğunu açıkça ortaya koymaktaydı aslında. Rock’a karşı bir alternatif yaratıp bu vesileyle gerçek rock gruplarını ve dinleyicilerini bir nesil tükenmesiyle karşı karşıya bırakmak! Doğal olarak ağlak, zırlak, depresif bir müzikle gençleri iyice asosyal, apolitik koyunlar haline getirmeyi amaçlayan bu hamle, bir müddet hayli başarılı da oldu. Fakat tepeden inme, yapay bir akımın, tüketim çağında uzun süre tedavülde kalmasının mümkünatı da yoktu.

Velhasıl, 90’ların sonundan itibaren grunge kanalizasyona karışırken, onun yerine Hard’n’Heavy’yi dejenere etme amaçlı birçok mantar trend daha ortaya çıktı. ABD ve İngiltere pazarında özellikle Nu Metal denen saçmalık ön plana çıkarken Kıta Avrupası’ndaysa özellikle şekilperestlik peşinde koşan sivilceli ergenlerin beynini bulandırmaya oynayan Black Metal ve Power Metal trendleri sivrildikçe sivrildi.

Black Metal aslında 80’lerde bile varolan bir illetti ama bu yeni trend dalgasıyla birlikte undergrounddan neredeyse mainstreame geçiş yapacak hale gelmişti. Bir ara ortalık, suratını kirece bulayıp mart kedisi gibi ciyaklayan hortlak müsveddelerinden geçilmez olmuştu hatta. Bir de matah bir şeymiş izlenimi yaratmak için sözde alt türler yaratıp bunları “atmosferik”, “matmosferik” gibi sıfatlarla tanımlama çabasına girişmişlerdi ki çok komikti. Neyse ki birkaç sene içinde onların da gazı alındı.

Power Metal denen trendse, zamanında Helloween, Gamma Ray, Running Wild gibi şahsiyetli grupların power metal olarak adlandırılmasına vesile olan tarzla alakasız bir noktada, neredeyse tamamen Role Playing sektörüne hizmet amaçlı bir tür ortaya çıkarmıştı. Uydur kaydır bir melodi, ondan sonra da içinde bol miktarda ejderha, şövalye, deve, cüce, vesaire bulunan hikayeler salla, olsun bitsin! Bu yetmezmiş gibi bir de Zartwish, Zurtwish tadında gruplar türedi, adeta operadan tayyare kıvamında...

İşin acı tarafı, bu mantar janrlar, gerçek Hard’n’Heavy müziğin ve dinleyicilerinin kökünü kazımasa da ciddi anlamda zararlı oldu. Hele hele yeni neslin büyük çoğunluğu sapla samanı ayırt edemez hale geldi. Zırvagillerden birkaç grubu dinleyerek rocker olduğunu, rock dinlediğini zannedenlerin sayısı hiç de az değil.

Halbuki nasıl klasik müziğin, jazzın, bluesun belli normları varsa, Hard Rock’ta ve Heavy Metal’de de var bu tarz normlar. Hard’n’Heavy’nin sınırları zaten çizilmiş. Bu sınırın dışına çıkarsak yaptığına rock denmez. Ne deneceği de bu kadar büyük bir dertse bulursun başka bir isim koyarsın. İster Mahmut de ister Benjamin... Yeter ki “rock” deme!

Problem de burada aslında. Millet nedense sevdiği her haltı rock çatısı altına sokuşturmaya çalışıyor. Bahsettiğimiz sebeplerden ötürü bu çatının altına giremeyecek bir grubu bile sırf bu merak yüzünden rock grubu ilan ediyor.

Aslında olay biraz da “tükürdüğünü yalamamak” ile alakalı. Çoğu genelde sivilcesi patlamamış ergenlerden oluşan bu kitle, “karizma yapmak”, “havalı görünmek” gibi sebeplerden mütevellid, bizzat rock kavramının dejenere edilmesi için üzerlerine “rock” etiketi yapıştırılmış haltları dinlemeye başladıktan sonra, dinlediğinin nitel açıdan rockla alakası olmadığını bir türlü kabullenmek istemiyor.

Sonuçta gerçek Hard’n’Heavy dinleyicilerinin karşısına, onları halihazırda zaten delirtmekte olan zırva müziklerin yanı sıra, bir de bu zırvaları dinleyerek rocker olduğunu zanneden bu tipler çıkıyor. Ne denir ki? Ne diyelim ki? Zamanında Sammy Hagar denmesi gerekeni yeterince demiş aslında, “There’s Only One Way To Rock” diye, lakin ondan asırlar önce de Mevlana acı bir gerçeğin altını çizmiş: “ne kadar anlatırsan anlat, anlatacakların, karşındakinin anlayacağı kadardır.”

O halde biz ne diye gecenin bir yarısı aşka gelip bunca satır karaladık, hiç işimiz gücümüz yokmuş gibi? Madem iğneyi batırdığımız kitlenin anlamaya niyeti yok... Valla “en azından blogda bundan sonra Hard’n’Heavy ile alakalı yazılar yazarken ne doğrultuda hareket edeceğimizi gösterelim hiç olmazsa” dedik. Sağa sola bol bol sallarken her seferinde özel açıklamaya gerek kalmasın, öyle durumlarda bu yazıyı referans gösterelim istedik. Tabii yine anlamayan anlamayacak ama onlarla da hakikaten uğraşacak halimiz yok. Frekansımızın uyuştuğu tanıdık tanımadık ne kadar dost varsa onlar için yazarız, gerisini salla gitsin.

12 Mart 2008 Çarşamba

Sahte Yıldız




Inter’in Liverpool karşısında iki maçta da tutunamamasında hakem kararları “skandal” derecesinde etkili olmuştur muhakkak. Sonuçta ilk maçta Materazzi’nin gördüğü iki sarı kart da, bu maçta Burdisso’nun gördüğü ikinci sarı da, hakemlerin her iki maçta da uyguladığı kart standardının çok ötesindeydi. Yani bu iki oyuncuya kart gösterdikleri pozisyonlarda da standartlarının dışına çıkmasalar, Inter iki maçı da on bir kişi tamamlayabilirdi. Veyahut iki maçta da kart standartlarını Materazzi ve Burdisso’ya göstermiş oldukları kartlardaki seviyeye çekselerdi, o zaman Liverpool da iki maçta en az 3-4 oyuncusunu erkenden soyunma odasının yolunu tutarken izlemek zorunda kalabilirdi.

Bu durum teknik direktör Mancini’den 35 yaşında olmasına rağmen 20’lik bir delikanlı gibi varını yoğunu ortaya koyan kaptan Zanetti’ye, Cambiasso’dan Maicon’a, Başkan Moratti’den sokaktaki sıradan bir Inter taraftarına kadar her Interli için bir bahane yaratabilir belki ama bir kişiyi hariç tutmak lazım: Zlatan Ibrahimovic.

Zlatan’ın sahadaki halini tavrını gören uzaydan geldiğini zanneder herhalde. Mütemadiyen bir “küçük dağları ben yarattım” havaları... Kariyerinde henüz ciddi bir uluslararası başarısı olmayan bir oyuncu için gerçekten çok fazla cüretkar tavırlar bunlar. Hayır, gerçekten bu burnu havadalığı mazur gösterebilecek performanslar sergilese kimsenin yine bir diyeceği olmayacak. Platini de ukalanın önde gideniydi mesela. Ancak Juventus’a kazandırmadığı kupa kalmamıştı.

İşin kötüsü Zlatan’ın bu ukalalığı sahada korkunç bir egoistlik olarak da kendini gösteriyor. Takımda başka frikik atacak adam yokmuş gibi her duran topta topun başına geçen o. Vurdukları da genelde kargaları ürküten cinsten! Bugün Liverpool maçında en az üç pozisyonu bu şekilde başlamadan bitirdi.

Egoistliği sadece duran toplarda olsa gene iyi! Maç içinde öyle pozisyonlarda topu arkadaşlarına çıkarmak yerine kaleyi düşünüyor ki! Sayesinde Milano nüfusunun önemli bir bölümü kellik sorunuyla karşı karşıyadır herhalde. Bugün maç 0-0’ken topla boş kaleye yürümesi kuvvetle muhtemel Cruz’a asist yapmaktansa reklam panolarını dövmeyi tercih etmesi, o pozisyondan kısa bir süre sonra da Liverpool’un 1-0 öne geçmesi, Zlatan’ın başta da dediğimiz gibi şu iki maçlık seri sonrası neden hakem bahanesinin arkasına sığınamayacak tek Interli olduğunun da en güzel örneğidir muhtemelen.

Zlatan dünyada top tekniği belki de en yüksek birkaç santrfordan biri olabilir. Lakin bu tekniğini taç çizgisi kenarında lüzumsuz topuk pasları yapmaktan başka bir yerde sergilemeyip üstüne üstlük takım oyunu çarkına da sürekli çomak sokacaksa, Inter için bu yaz geliştirilebilecek en iyi strateji, Zlatan’a 50 milyon euro bonservis bedeli ödeyebilecek tabiri caizse bir “enayi” bulmak olacaktır. O paraya teknik kapasitesi taç çizgisi kenarında akrobasi gösterisi yapacak kadar yüksek olmasa da en azından yanındaki arkadaşına pas verecek kadar egolarından arınmış 2-3 santrfor bulsa Inter, takım şu ankinden kesinlikle bir kademe daha üste çıkacaktır.

Hazır Premier Lig’de birçok takım para babalarının eline geçmeye başlamışken, Inter “enayi” bulma fırsatını bir an önce değerlendirmeli. Benim şahsen bu konudaki bir numaralı adayım bu sene santrforsuzluktan dolayı büyük hedeflerinin uzağında kalan Manchester City’nin sahibi Shinawatra. Tabii Moratti’nin de Shinawatra’dan aşağı kalır yanı yok, dolayısıyla seneye de Inter’in “Zlatan Düşler Ülkesinde” masalının yeni bir bölümünde Şampiyonlar Ligi’nde gruptan rahat rahat çıkıp, ardından karşısına gelen ilk rakibe takıldığını görmek şaşırtıcı olmayacak. İki senedir olduğu gibi...

5 Mart 2008 Çarşamba

Macera Daha Yeni Başlıyor




Sevilla en son 2004-05 sezonunda, UEFA Kupası’nın sekizde bir finallerinde Parma’ya elenmişti. Aradan geçen üç yıl içerisinde iki kere UEFA Kupası’nı kazandılar, son olarak da Şampiyonlar Ligi’nde son 16’ya kaldılar. Sadece bunları hatırlamak bile Sevilla’nın ne denli ciddi bir rakip olduğunu göstermek için yeterliydi.

Üstüne üstlük, 13 gün önce Kadıköy’de oynanan ilk maçta da 3-2’lik bir galibiyet elde edilmesine rağmen rövanş için pek ciddi bir avantaj sağlanamamıştı. Bu durum da hesaba katıldığında Fenerbahçe’ye tanınan tur şansı iyice azalıyordu.

Maç öncesinde, az görülen bu şansın gerçekleşebilmesi için, karşılaşmanın ilk dakikalarında yaşanacak Sevilla baskısını bertaraf etmek başlıca ön koşul olarak gösteriliyordu. Ancak gelin görün ki işler bu noktada da ters gitti. Önce Selçuk savunmadan topla çıkmaya çalışırken o topu anlamsız bir biçimde kaybetti, üstüne rakibini faulle durdurdu. Sarı kart gördüğü gibi, Dani Alves’e de tehlikeli bir frikik kullanma imkanı tanıdı. Alves tam berbat bir şut çıkarmıştı ki Volkan, nasıl olduğunu anlayamadığımız bir şekilde, üstüne gelen şutu içeri tokatladı.

Bunca aksilik yetmezmiş gibi golden dört dakika sonra bu kez Keita daha da uzak bir mesafeden yokladı kaleyi. Volkan’ın, üstüne gelen topa karşı bir defa daha nutku tutulmuştu. Skor da henüz 10 dakika dolmadan 2-0’a gelmişti. Ayrıca Selçuk ve Deivid’in sarı kartı vardı. Birkaç dakika sonra Gökhan Gönül de sarı kartlılar kervanına katıldı.

Böylesine dişli bir rakibe karşı, üstelik de deplasmanda, erkenden olmayacak goller yiyip farklı geriye düşen, üç önemli oyuncusu da sarı kart boyunduruğu altına giren bir takım turu geçebilir mi?

Dün gece Fenerbahçe bu soruya “evet” yanıtını verdi ki bu, sarı-lacivertlilerin bugüne dek Türkiye sınırları dışında haykırdığı en gurur verici yanıttı.

Bunun nasıl olduğunu kısaca açıklamaya çalışırsak...

İlk maçta Sevilla beklenenin aksine orta sahanın soluna Capel’in yerine Duda’yı yerleştirmiş, bu oyuncunun çok fazla ileri çıkmayıp orta sahada Keita ve Poulsen’e katılması, Fenerbahçe’nin bu alanda yaptığı pas trafiğini büyük ölçüde sekteye uğratmış, karşısındaki Deivid’i de hayli pasifize etmişti.

Dünkü Capel tercihi, Sevilla’nın ofansif açıdan hanesine bir artı yazdırıyordu belki ama bunun Sevilla orta saha ve defans kurgusunda yaratacağı bozukluk da Fenerbahçe için, özellikle de o bölgede oynayan Deivid için bir avantaj olabilirdi. Tabii öncelikle Capel’in yaratacağı o ofansif artıları nötralize etmek şarttı. Sezonun flaş ismi Gökhan Gönül bu görevi layıkıyla yerine getirdi. Capel’in en önemli özelliği, rakibini geçmek için tıpkı bir basketbolcu gibi ani “reverse”ler yapması. Gökhan kusursuz vücut koordinasyonu ve çevikliğiyle bu sorunun üstesinden geldi ve oyunun o kulvarında avantajın Fenerbahçe’ye geçmesini sağladı.

2-0’dan sonra Fenerbahçeli futbolcuların psikolojik çöküntüye girmemesi de bir başka kritik noktasıydı maçın. Soğukkanlılığı hiç elden bırakmayıp ayağa pas yaparak oyunun kontrolünü ellerinde tutmaya çalıştılar. Zico’nun geldiği günden beri takıma en çok yaptırmaya çalıştığı da buydu zaten. Paslaşmalarda isabet oranı arttıkça Sevilla kalesinin önünde de daha çok boy gösterildi ve çok geçmeden Deivid’le farkı bire indiren umut sayısı da geldi.

Lakin aksilikler bitecek gibi görünmüyordu. Fenerbahçe oyuna hakim olmaya başlamışken, Sevilla’nın Navas-Alves ikilisinden oluşan o korkunç sağ kanadını, sürekli yaptığı ileri çıkışlarla aksayan bir bölge haline getiren Uğur Boral, kısa süreli bir sakatlık geçirip oyun kenarına alındı. Tam da o esnada Alves boşalan koridordan topu götürüp ortaladı. Lugano da bu eşleşmedeki 210 dakika boyunca Kanoute’ye tek bir fırsat tanımış oldu, Malili de bunu iyi değerlendirince Sevilla devreyi 3-1 önde tamamladı. Ancak devrenin sonlarında Edu ile girilen gol pozisyonu bu işin burada bitmeyeceğinin sinyallerini veriyordu.

İkinci yarıda da Fenerbahçe, orta sahada ayağa iyi pas yaparak, rakibinin üstüne gitmeyi sürdürdü. 63’te Zico sarı kartı olan Selçuk’u oyundan alıp Semih’i sahaya sürdü. Semih Kezman’ın yanına geçti, Alex de biraz daha Aurelio’ya doğru geri çekildi. Bu, pas trafiğine daha fazla işlerlik kazandırırken, Semih’in varlığı da topun ilerde daha çok tutulmasını sağladı. Sevilla cephesinde Jimenez de bu orta saha hakimiyetini bozmak için golcüsü Luis Fabiano’yu, bir orta saha oyuncusu olan Renato ile değiştirdi.

Fenerbahçe’nin makus talihiyse tam da bu anda döndü. Jimenez’in Renatolu planını uygulamasına fırsat vermeden, o oyuna girdikten yalnız bir dakika sonra bir duran toptan Deivid ile durumu 3-2’ye getirdiler. Kalan sürede Sevilla biraz doldur-boşalt denedi ama çok da etkili olamadı bu ataklar.

Maç uzayınca Jimenez karşı hamleleri sürdürdü. Poulsen’den daha iyi pas yapabilen Maresca’yı tercih etti mesela. İkinci uzatma devresinin başında da Navas’ı Kone’yle değiştirerek santrforları bir kez daha ikiledi. Navas’ın oyundan alınması, Fenerbahçe’nin kanatları çok iyi tıkaması sonucunda, sıfıra inip orta yapma gibi planlardan umudun kesildiğinin bir göstergesiydi. Kalan kısa sürede yine karambol fırsatları yakalamaya çalıştı Sevilla ama Edu-Lugano ikilisi başta olmak üzere tüm Fenerbahçeli futbolcular rakiplerine göz açtırmamakta kararlıydılar.

Zico bu evrede sadece mecburiyetten ötürü, fiziksel açıdan fazlasıyla yıpranan Uğur ile Alex’i, taze kanlar Kazım ve Ali Bilgin ile değiştirdi. Göründüğü kadarıyla maçın penaltılara gidecek olması onu, meslektaşı Jimenez kadar rahatsız etmiyordu. Takımın bir numaralı penaltıcısı Alex’in oyundan çıkmış olmasına rağmen de Zico’nun öğrencileri, hocalarının bir bildiğinin olduğunu gösterdiler penaltı vuruşları esnasında. Böylece Fenerbahçe, dünyanın kulüpler düzeyindeki en prestijli organizasyonunda son sekize kalmayı başardı.

İlk maçtan sonra “rövanş için olmasa da yarınlar için avantaj” demiş ve toplanan UEFA puanlarının önemini vurgulamıştık. Fenerbahçe bugün kazandığı çeyrek finale kalma puanıyla bu yılki toplam puanını 18 küsura çıkardı ve önümüzdeki yıl Şampiyonlar Ligi’ne katılması durumunda kura çekimine büyük ihtimalle üçüncü torbadan girecek. Bu yılki çeyrek final elbette kulüp tarihinin şu ana kadarki en önemli Avrupa başarısı ancak bundan sonraki yıllarda Avrupa yollarındaki çakıl taşlarının, toplanan bu puanlar sayesinde yavaş yavaş eksileceği hesaba katılırsa, aslında Fenerbahçe için “macera daha yeni başlıyor” diyebiliriz.