11 Aralık 2007 Salı

Derbinin Rengi Siyah-Beyaz




Başlığın ilk bakışta bir Fenerbahçe-Galatasaray derbisiyle kel alaka durduğunun farkındayım. Hani bu maçtan çıkacak sonuç Beşiktaş’ı şampiyon yapsa yine anlamlı dururdu ama öyle bir durum da yok. Zaten başlık ne Beşiktaş’la ilgili, ne de tek başına geçen cumartesi oynanan Fenerbahçe-Galatasaray maçıyla.

Önce yaklaşık yedi ay öncesine gidelim isterseniz, 19 Mayıs 2007’de, Mecidiyeköy’de oynanan karşılaşmaya. 90 dakika boyunca sahaya atılan yabancı maddenin, özellikle de suyun haddi hesabı yoktu. Saha neredeyse çeltik ekimine müsait hale gelmişti. Son yıllarda her derbide git gide artan şiddet olaylarının tamamen kontrolden çıktığı tarih oluyordu 19 Mayıs 2007. İşte derbinin siyah kesimini de bunlar oluşturuyordu.

Cumartesi günüyse tamamen farklı bir derbi izledik. Tribünler tarafından ne sahaya ciddi bir fiili müdahalede bulunuldu, ne de uzun uzun küfürler edildi. Maç öncesinde veya sonrasında da emniyete fazladan mesai yaptıracak herhangi bir olay yaşanmadı. Derbinin beyaz kısmı da tabii ki buydu. Demek ki sahanın çeltik tarlasına çevrilmediği, ölmüş insanlara tecavüz etme (ki buna nekrofili diyorlar) arzusunu haykıran tezahüratların olmadığı, rakip takım tribününe çimlerin ve bozuk yumurtaların doldurulmadığı, taraftarların birbirlerinin kafasına tuvaletlerden kopardıkları mermer parçalarını ve içi sidik dolu naylon torbaları fırlatmadığı, yöneticilerin haftalar öncesinden maçla ilgili birbirlerine çocukça sataşmalarda bulunarak ortamı germediği, rakip takım taraftarlarını taşıyan otobüslerin taşlanmadığı, bu otobüslerden inen taraftarların etraftaki dükkanların camını çerçevesini indirmediği, kısaca kavgasız gürültüsüz, insanca bir derbi seyredilebiliyormuş.

Eğer bugüne kadar bir önceki cümlede saydığım rezilliklerden rahatsız olmadıysanız, derbinin bu açıdan üzerinde durulmasına gerek yok elbette. Fakat o rezilliklerden bugüne kadar yaka silkmişsek, maçla ilgili konuşulacak ilk konu da bu olmalı. Hem geçmişte yaşanan kaosu, hem de şu son maçta yaşanan sükuneti ne kadar iyi anlatabilirsek, yanlışla doğrunun arasındaki farkı ne denli iyi tanımlayabilirsek, bundan sonraki derbilerde malum rezilliklerin yaşanma olasılığı da o denli düşer.

Uzun bir girişten sonra maça gelecek olursak... Maç başlamadan Galatasaray cephesinde en çok tartışılan mevzu, Hakan Şükür’le Ümit Karan’ın yedek kalmasıydı herhalde. Halbuki çoğu kişi inanmak istemese de Fenerbahçe’nin bu yıl en güçlü yeri geri dörtlüsü ve söz konusu ikili tam da Fenrebahçe’nin geri dörtlüsü içinde kaybolup gidecek türden oyunculardı. Hakan Şükür ne eskisi gibi pres yapabiliyor, ne de hava topu alabiliyor. Üstelik hantal... Yani tam Edu-Lugano ikilisinin dişine göre. Ümit Karan’sa olmadık her pozisyonda gol vuruşu yapabilen çok kaliteli bir karambol golcüsü ama Fenerbahçe savunması artık bu tip karambollerde doğru alan paylaşımını öğrendiği için onun da bu şansları yakalayıp yakalayamayacağı meçhuldü. Sarı-Lacivertlilerin gerideki en belirgin zaafı, hızlı oyuncular karşısında ortaya çıkıyordu ki Feldkamp da muhtemelen bunu gördüğü için Serkan-Nonda tercihini yapmıştı.

Ne var ki burada bireylerden önce sistemin tartışılması daha sağlıklı olacaktır. Fenerbahçe’nin saha dizilişine baktığımızda çok asimetrik bir görüntü karşımıza çıkıyor. Sol tarafta hâlâ mevkiinde dünyanın en iyi iki-üç isminden biri olan Carlos ve önünde Uğur/Wederson şu anda Türkiye’nin açık ara en iyi çizgi hattını oluşturmuş durumdalar. Sağ taraftaysa tam bir keşmekeş yaşanıyordu ki Gökhan Gönül piyangosuyla o bölgeye nispeten biraz makyaj yapıldı. Ancak onun önünde oynayan Deivid’in varlığı, bu oyuncu gerçek bir sağ kanat nitelikleri taşımadığından özellikle defansif açıdan ciddi sorun yaratıyor.

Karşısında böylesine asimetrik bir tablo varken Feldkamp’ın sahaya gayet simetrik bir 4-3-1-2 dizilişiyle çıkması asıl tartışılması gereken konuydu. Fenerbahçe’yi etkisiz hale getirmek isteyen kişinin öncelikle sağ tarafına özel önlem alması ve burayı belki de üç kişiyle tıkaması, sol tarafınıysa sadece Hakan Balta ile emniyete alıp ofansta da Serkan’ı zaman zaman bu bölgeden içeri kat edecek şekilde denemesi daha sağlıklı olabilirdi. Böyle olmayınca Galatasaray kanatlardan doğru düzgün atak geliştiremediği gibi bir kamyon dolusu da pozisyon verdi.

Fenerbahçe’ye dönecek olursak... Bahsettiğimiz asimetri sorununu çözmeleri durumunda çok daha iyi yerlere gelecekleri aşikar. Bunun da şu an için en kestirme yolu sağ kanadın takviye edilmesinden geçiyor. Deivid ve Alex’in tek santrfor Semih’in arkasında birlikte denenmesinin bir diğer yolu İngilizler’in Noel Ağacı dedikleri 4-3-2-1 şeklindeki dizilişle mümkün olabilir ama dört yıldır ağırlıklı olarak 4-2-3-1 ve 4-4-1-1 oynayan takımın birden böyle radikal bir değişikliğe gitmesinin de apayrı sancıları da olabilir. Kaldı ki Fenerbahçe’nin kadrosunda Bu Noel Ağacı’nın orta sahasındaki defansif bloğun sağ tarafında kullanılabilecek bir adam da yok.

Maça baktığımızda sonuç üzerinde en çok etkili olan faktörlerden birinin Fenerbahçe’nin geniş kadrosu olduğunu da söylemek mümkün. Galatasaray’da genelde ilk 11 oynayanlardan Lincoln, Linderoth, Ayhan, Hasan Şaş yok ve Feldkamp sahaya dengeli bir takım çıkartmakta zorlanıyor. Fenerbahçe ise Appiah, Deniz, Tümer yokken de orta sahada herhangi bir sorun yaşamıyor.

Alex Fenerbahçe’nin en önemli silahı olduğunu 5. dakikadaki golde bir kez daha gösterdi. Attığı pas akıllara zarar! Öyle bir topu gelişine o kadar yumuşak bir şekilde takım arkadaşının önüne gönderecek başka oyuncu Türkiye’de yok, dünyadaysa iki elin parmaklarını geçmez. İşin komiği Alex koşmadığı, büyük maçlarda oynamadığı gerekçesiyle çok bilenler tarafından az eleştirilmiyordu ama adam rakip Inter, PSV veya Galatasaray olduğunda da şapkadan tavşan çıkarabileceğini bu sene yeterince gösterdi. Demek ki sorun Alex’te değil, “Alex’i oynatabilen bir takıma sahip olmakta” imiş. Fenerbahçe sonunda, biraz geç de olsa, bu takıma kavuşmak üzere. Diğer oyuncular Alex’le ne kadar iyi anlaşabilirse, onun yükünü ne kadar hafifletirse, Alex de o kadar etkili oluyor.

Fenerbahçe 1-0 öne geçtikten sonra ihtiyatlı oynamayı tercih etti ki bunda akılların bir kısmının CSKA maçında olmasının da şüphesiz etkisi vardı. Galatasaray ise Edu-Lugano ikilisinin arkasına sızması planlanan ve gerçekten de Fenerbahçe savunmasını zorlayabilecek ellerindeki tek adam olan Serkan’ı besleyecek pasları üretemediği için bu bölümde neredeyse hiç pozisyona giremedi. Arda bu pasları atması en çok beklenen kişiydi, zaten o yüzden iki forvetin arkasında serbest roldeydi. Aslında Arda gibi fazla süratli olmayan ve sol ayağıyla pek etkili ortalar yapamayan bir oyuncu için sol kanattan çok daha iyi bir mevkiiydi burası ama Arda’nın 1.5 senedir fiziksel açıdan kendini bir türlü geliştirememesi, maç içinde oyuna yeterince konsantre olamaması ve sürekli ters çalım denemek sevdasında olması onun, İngilizlerin “playing in the hole” yani “delikte oynamak” dedikleri bu pozisyonda, deliğin içinde kaybolmasına neden oldu. İşin kötüsü Arda kendine çeki düzen vermezse, daha da kötüsü o böylesine yetersiz durumdayken insanlar onu hâlâ “süperstar” diye pohpohlarsa, yeni bir Tarık Daşgün vakasıyla bile karşılaşabiliriz.

Maçın ikinci yarısında Galatasaray’ın takım halinde biraz daha ileri çıkması, Fenerbahçe’nin oynadığı hemen her uzun topta gol pozisyonuna girmesinden başka bir işe yaramadı. Fenerbahçeli futbolcular bu pozisyonlarda haddinden fazla hovardalık ettiler ama bir saatlik bölüm dolmak üzereyken Carlos’un serbest vuruşunda yaşanan karambolde Deivid maçı bitiren golü attı. Evet maç bitmişti çünkü Galatasaray’ın çeşitli teknik direktör değişiklikleri de yaşamsına rağmen neredeyse beş senedir bir türlü vazgeçemediği doldur boşalt taktiğiyle Fenerbahçe’ye gol atması zor görünüyordu. Üstüne bir de Feldkamp’ın intihar hamleleri geldi, orta sahanın nüfusu eksilirken ileriye Hakan Şükür ile Ümit Karan yığıldı. Eğer Zico’nun aklında fark yapmak gibi bir düşünce olsaydı takımın en sprinter oyuncusu Kazım’ı Deivid’in yerine, Hakan Şükür’ün oyuna girmesinin hemen ardından alır ve Galatasaray orta sahasındaki büyük boşluğu kontrataklarla değerlendirerek takımını çok daha fazla gol pozisyonuna sokabilirdi. Bu değişiklik olmayınca, üstün üstlük Deivid de kırmızı kartı görüp oyundan atılınca maç kilitlendi ve 90 dakikanın sonunda tabelada yazan skor da 2-0 oldu.

Ligde tabii ki daha köprünün altından çok sular akacak. Dolayısıyla bu maçın sonucunun ileriki haftalara ne derece tesir edeceği konusunda falcılık yapmanın pek bir alemi yok. Fakat yazının sonunda en başına dönecek olur ve bu derbide neden bir kaos yaşanmadığı üzerinde düşünmeye gayret gösterirsek, o zaman bu maç ileriki haftalara ciddi biçimde etki eder ve belki de yıllardır özlemini duyduğumuz huzurlu, sağlıklı ortamlarda maç seyretme keyfini sadece bir defaya mahsus yaşamakla kalmayız.

Hiç yorum yok: