28 Ocak 2010 Perşembe

Futbola En Elverişsiz Coğrafya

Başlığa bakıp da Şili’deki Atacama Çölü’nün ortasına kurulmuş San Pedro de Atacama kasabasından veya Kuzey kutbunun yanı başında yer alan Svålbard adasındaki Longyearbyen kentinden bahsedeceğimi zannetmeyin sakın. Zira bunlar topu topu birkaç bin insanın binbir güçlükle tuhaf bir yaşam sürdükleri istisnai yerler. Oysa ben ufak bir kentten ziyade, üzerinde 70 milyon insanın yaşadığı büyük bir ülkeden bahsedeceğim. Evet, son ipucunun ardından kolayca tahmin edilebileceği üzere değineceğim ülke Türkiye...

Türkiye’nin neden futbola elverişsiz bir coğrafya üzerine kurulduğuyla ilgili ayrıntılara girmeden önce, Avrupa’nın genelinde futbol sezonlarının nasıl şekillendiğini hatırlamakta fayda var. Bu açıdan Avrupa’yı üç grupta inceleyebiliriz. Birinci grupta Norveç, İsveç, Finlandiya, İzlanda, Rusya, Estonya, vs. gibi hayli kuzeyde yer alan ve bu yüzden çok uzun ve soğuk kışlar yaşayan ülkeler yer alıyor. Bu ülkelerde, söz konusu kış şartlarıyla boğuşmak zorunda kalınmaması için ligler genelde Kasım ayı içinde sona eriyor. Liglerin başlangıç tarihiyse Mart sonuna ya da Nisan başına denk geliyor zira bu coğrafyada yazlar hayli ılık, hatta serin geçtiğinden yazın futbol oynanmasıyla ilgili bir sorun yok. Dolayısıyla Nisan’dan Kasım’a uzanan futbol sezonları tercih ediliyor.

İkinci grupta İspanya, Yunanistan, Portekiz, İtalya, İsrail ve Kıbrıs gibi ülkeler var. Bu ülkelerde de kışlar genelde ılık geçerken yazları kavurucu sıcaklar yaşanıyor. Böylece futbol sezonu Eylül ortasında başlarken kışın liglere en fazla üç hafta ara veriliyor ve Mayıs sonunda da sezon tamamlanıyor.

Üçüncü grupta İngiltere, İskoçya, Hollanda, Belçika, Almanya, Fransa, vb. ülkeler yer alıyor. Bunların ortak özellikleriyse ne çok sert kışların, ne de çok sıcak yazların yaşandığı ülkeler olmaları. Kısacası bu memleketlerde futbol sezonunu istediğiniz şekilde programlayabilirsiniz.

Türkiye’ye baktığımızdaysa ülkemizin bu üç kategorinin de dışında kaldığını görmekteyiz. Aslında öncelikle haritaya gelişigüzel göz attığımızda, bir Güney Avrupa ülkesi olan Türkiye’nin Yunanistan ve İspanya’nın bulunduğu ikinci gruba uygun olduğunu düşünebiliriz. Ancak Küçük Asya’nın sahip olduğu bir özellik var ki bu noktada işleri tamamen karıştırıyor: Yüksek Rakım.

Türkiye ortalama 1100 metrelik bir rakıma sahip. Bu alanda Ermenistan’dan (ort. 1800 metre) sonra Avrupa’nın en yüksek ülkesi. (Dağlarıyla meşhur İsviçre’de bile bu ortalama 900 metrede kalıyor) Sadece deniz seviyesinden yukarı doğru çıkılan her 200 metrede 1 derecelik ısı farkı yaşandığı hesaplandığında bile Türkiye’nin kendisiyle aşağı yukarı aynı enlemler arasında yer alan komşusu Yunanistan’dan ortalama 5 derece daha soğuk bir ülke olduğu tespiti yapılabilir. Yükseklere çıkıldıkça basıncın azaldığı, böylece daha çok ısı kaybının yaşandığı ve donma derecesinin de arttığı dikkate alındığındaysa Türkiye’de ne denli çetin kış koşullarının hüküm sürdüğü görülebilir.

Bu kadarla kalsa iyi... Türkiye geniş bir yüzölçümüne sahip olduğundan ülkenin büyük bir kesiminde karasal iklim hâkim. Dahası, Kuzey Anadolu Dağları ve Toroslar, Karadeniz ve Akdeniz’e paralel uzandıkları için iç kesimlerdeki karasal iklimin etkisi iyice artmakta. Tüm bunların sonucunda gerçekten sıradışı olarak tanımlanabilecek kış şartlarıyla karşılaşıyoruz Türkiye’de. Mesela bu yazının yazıldığı saatlerde Erzurum’da sıcaklık -35 derece!!! 70. paralelde yer alan Norveç’in Tromsø kentindeyse bugüne kadar ölçülmüş en düşük sıcaklık -20.1 derece!!! Hatta yazının başında bahsi geçen 78. paraleldeki Longyearbyen’de bile rekor -40 dereceymiş, Türkiye rekoruysa Van-Çaldıran’a ait, -46.4 derece, düşünün vaziyeti!!!

Sorun sadece kış soğuklarıyla kalmıyor. Türkiye aynı zamanda Avrupa’nın en sıcak ülkelerinden de biri. Güneydoğu Avrupa’dan Ortadoğuya doğru uzanması ve çöl sıcaklarına açık olması bu noktada başlıca etken. Mardin-Kocatepe’de 48.8 derece ölçülmüş bir sıcaklık var kayıtlarda, daha ne olsun?

Zaten bu özellikler nedeniyle her sene Ağustos’ta futbol sezonu açıldığında dili beş karış dışarı çıkan futbolcuları, hatta sahada koşturan o garibanları geçtim, tribünlerde peş peşe bayılan taraftarları görmüyor muyuz? Yine aynı şekilde zemheride bembeyaz bir sahada güç bela top tepmeye çalışan, kulakları ve burunları kıpkırmızı kesilmiş futbolcularla tribünlerde ayak parmaklarını hissetmeme noktasına gelen taraftarlar da bizden değil mi?

Aslında normalde Türkiye’de Eylül ortasından Aralık ortasına ve Mart ortasından Haziran ortasına kadar olmak suretiyle toplam altı ay futbol oynanabilir. Onun dışında maalesef futbol oynamaya hiç ama hiç elverişli bir coğrafyamız yok. Tabii “sadece altı ay futbol oynanmalı” denecek de değil bu noktada. Sonuçta öyle ya da böyle yıllardır Ağustos başından Aralık sonuna ve Ocak sonundan Mayıs sonuna kadar süren bir lig modeli var ülkede. Bunu değiştirmeye, hele hele sezonu kısaltarak değiştirmeye kalkışırsanız ilk başta kapitalist futbol ekonomisi karşınıza çıkar ki işin o kısmı apayrı bir felaket. Sermaye insan hayatından daha önemli kabul edildiği için şu şartlar altında asla üstesinden gelinemeyecek bir sorun...

Peki, yapılacak hiçbir şey yok mu? Bence üzerinde düşünülürse bu sorun ortadan kaldırılmasa bile en azından hafifletilir. Öncelikle bölgesel uygulamaların olduğu alt liglerde Doğu Anadolu ve İç Anadolu’daki illerde sezonun uzun arası kışın, kısa arası yazın verilebilir. Benzer biçimde Ege, Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde de sezon Eylül sonunda başlar, kışın 2-3 haftalık bir aranın ardından Mayıs sonunda bitebilir.

Yurt çapında oynanan Süper Lig ve 1. Lig’e gelince... Burada da fikstür çekildikten sonra, söz konusu aşırı soğuk ve sıcak bölgelerde yer alan takımların maçlarında iç saha dış saha değişikliklerine gidilebilir. Örneğin sezonun ilk haftasında Gaziantep-Galatasaray maçı mı çıktı? Bunu 18. haftadaki Galatasaray-Gaziantep maçı ile değiştirirsin. 1. haftada Antep’in sıcağı yerine İstanbul’da daha tahammül edilir bir havada oynar takımlar, 18. haftada da gider Antep’te maçlarını oynarlar. Aynı şekilde 19. haftada, yani Ocak ayının sonunda bir Sivas-Fenerbahçe maçı mı var? Onu da 2. haftada, Ağustos ortasında Sivas’ta oynar takımlar, 19. hafta geldiğinde de Sivas’takinden en az 10 derece daha sıcak olan İstanbul’da karşı karşıya gelirler. Bu tip uygulamalara gidilse hem sporcu sağlığı çok daha az tehdit altında olur, hem de statlara maç seyretmek için daha çok seyirci gelir.

Ancak bizde böyle bir uygulama, hayata geçirilmesini bırakın düşünülmez bile. Çünkü sorunların ancak yumurta kapıya dayandığı zaman farkında olan ve iş işten geçtikten sonra da olanı biteni çabucak unutan bir milletiz. 45 derece sıcaklıkta adamın biri beyin kanamasından gitse en fazla bir hafta “bu işlerin değişmesi lazım, vah vah tüh tüh” deriz, sonra biri çıkar “yahu onca topçu oynadı bir tek bu adam öldü, demek onda sorun varmış” der, bir başkası “son 50 yılın en sıcak günüydü o gün, 50 yıl daha böyle bir şey olmaz” der, aynı tas aynı hamam devam ederiz. Kış geldiğinde de “yoğun kar yağışı nedeniyle” maç tehir ederek idari maslahatgüzarcılığa soyunuruz.

Vah benim insanım, vah benim memleketim, vah futbol vah...

1 yorum:

kuzen larry dedi ki...

Okumaya başlarken herhalde Türkiye deki sahaların durumunu tiye alan bir yazı diye düşünmüştüm. İzmir de yaşadığım için sanırım türkiye'yi futbol oynamaya çok elverişli bir ülke zannederdim ben. Güzel bir yazı olmuş. Tekrar yazmaya başlamana da çok sevindim.