3 Nisan 2008 Perşembe

Kasparov Değil... ZICO!




Fenerbahçe bu sezon Avrupa’daki müthiş çıkışını dün akşam Chelsea karşısında da sürdürdü. İki senedir İtalya’da doğru dürüst bileği bükülmeyen Inter, Hollanda’da son yıllarda tek takım olma yolunda ilerleyen PSV, son üç sezonun UEFA Kupası şampiyonları CSKA ve Sevilla... Bu takımlar saf dışı bırakıldıktan sonra, bir de Şampiyonlar Ligi şampiyonu olabilmek için adeta bir servet harcayan Chelsea devriliyorsa, elde edilen başarının hiçbir şekilde basite indirgenmemesi lazım. Ne yazık ki biz bu başarının mimarlarının hakkını teslim etmek yerine, az önce niteliklerini kabaca saydığımız takımlara “takım değil” demekle, Fenerbahçe üç gün sonra Kayseri önüne tek santrforla çıkınca “tek forvet, çift forvet” geyiği yapmakla uğraşacak, olur da altı gün sonra Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi macerasını Stamford Bridge’de noktalarsa da -ki gerçekçi olmak gerekirse kuvvetle muhtemel- bunu bir başarısızlık gibi göstermeye çalışacağız. Maalesef böyle hastalıklı bir halimiz var.

Maça gelecek olursak... Fenerbahçe’nin bu sezonki en büyük kazanımı, tarihinde belki de ilk defa çok iyi iki beke, Roberto Carlos ile Gökhan Gönül, sahip olmasıydı. Ancak bu maçta biri sakatlık, diğeri de kart cezası nedeniyle forma giyemiyordu. Onların yerine oynayan Wederson ile Önder’in defansif açıdan üzerlerine düşeni yaptıkları söylenebilir ama ofansif açıdan bakıldığında Fenerbahçe’nin hücumcu beklerini kullanamaması, oyunun başından itibaren rakip yarı sahada elinin kolunun fazlasıyla bağlanmasına neden oldu. Hele bir de maçın başlarında Deivid kaleleri şaşırınca, içine düşülen durumun zorluğu bir kat daha artmıştı. Bu golle ilgili söylenecek çok fazla bir şey yok. Herhalde Şampiyonlar Ligi tarihinde ilk defa bir takım bir sezonda kendi kalesine bu kadar çok gol atıyor.

Fenerbahçe’nin Zico döneminde en çok yapmaya çalıştığı şey, ayağa bol pas. Bu şekilde oyunun kontrolünü ele geçirip, rakip savunma arasında boşluk arıyorlar. Fakat Chelsea’nin orta sahasında Lampard-Ballack-Essien gibi oyunu her iki yönüyle de kusursuz oynayan, top rakipteyken de hamle zamanlamalarını çok iyi yapabilen bir üçlü olunca, sarı-lacivertliler bu oyun anlayışını sahaya yansıtmakta çok zorlandı ve yaptığı ardışık pasların sayısı da, genel ortalamasının bir hayli altına düştü. Böylece Fenerbahçe, rakibinin üzerine göbekten de gidememeye başladı.

Takımın bir hücum çıkmazına girdiği bu dönemde en büyük artısı, savunmada diri kalmasıydı. Aurelio-Maldonado ikilisi, Chelsea’nin göbekteki o korkunç üçlüsünün Fenerbahçe kalesine fazla yaklaşmalarına fırsat tanımadılar. Essien’in direkten auta giden bir şutu haricinde bu cenahtan pek bir tehlike gelmedi. Beklerdeki Wederson ile Önder de, karşılarındaki Joe Cole ile Malouda’ya fazla açık alan bırakmayınca, Mavilerin en ilerde yalnız kovboy pozisyonuna düşen oyuncusu Drogba’nın Edu-Lugano arasındaki etkinliği asgari düzeye düştü. Aslında bu haliyle bakıldığında, artık “uğursuzluk” sözünden başka bir açıklama getiremediğimiz o ilk golü bir kenara koyacak olursak, oyun kilitlenmiş durumdaydı.

İkinci yarının başlarında da bu kilitlenmişlik hali devam edince Zico, Kasparov’u andıran bir hamle yaparak, Uğur Boral’ı çıkarıp Kazım’ı sürdü sahaya. Bunu tamamlayıcı olarak da Deivid’i sola çekip, Kazım’ı sağa yerleştirdi. Deivid’in, eskilerin “sol iç” diye tabir ettiği biçimde oynatılmaya başlanmasının tek bir açıklaması vardı: rakip ceza sahası içinde etkili olunamadığını gören Zico, Chelsea kalesini, takımın uzaktan en etkili şut atan ismiyle yoklamak istiyordu. Kazım ise takımın en fuleli oyuncularından biriydi ve onun varlığı da defansın arkasına adam kaçıramama hastalığını yenebilmek için bir ilaç olabilirdi.

Zico’nun bu hamlesi, 10 dakika içinde meyvesini verdi. Aurelio’nun defansın arkasına attığı aşırtma pasa Kazım çok iyi yetişti ve Cudicini’yle karşı karşıya kaldıktan sonra da golü atmakta zorlanmadı. 1-1’den sonra yine dengede giden bir oyun vardı. Arada bir anlık boş bulunma sonucunda Chelsea maçtaki en ciddi pozisyonunu Ballack’ın cepheden şutuyla bulsa da, Volkan devreye girip çok kritik bir kurtarışta bulundu. Onun haricinde Drogba’nın uzak doksana plase yapma çabalarını gördük ama bu şutlar hedefin kıyısından dahi geçmedi.

Fenerbahçe, maçın son bölümünde ilk bir saatlik periyoda nazaran daha girişimci oynamaya çalışsa bile, hâlâ önemli bir pozisyon üretemiyordu. İşte bu noktada da Zico’nun Deivid’i sol iç gibi oynatması, sonucu belirleyen faktör oldu. Deivid, o koridorda yüzünü kaleye döndüğü zaman ne denli tehlikeli bir oyuncu olabileceğini kanıtlayarak harika bir füze gönderdi Chelsea kalesine ve takımını galibiyete taşıdı. Tabii tekrar vurgulamakta fayda var, galibiyetin baş mimarı, maç içerisinde en doğru teşhisi koyup, bu doğrultuda en etkili tedaviyi uygulayan Zico’dur. Türkiye’ye geldiği günden beri teknik adamlık performansı sürekli yükselen Zico, dün bir basamak daha yukarı çıkmış, Fenerbahçe’yi de kendisiyle birlikte o yüksekliğe çekmiştir.

Fenerbahçe’nin rövanşta ne yapacağı, bu noktada büyük resme bakıldığında çok da önemli değil aslında. Fenerbahçe için artık orta vadede yapılması gereken en kritik hamle, Zico gibi bir futbol profesörünü kazanmışken, Zico’nun takımının daha iyi yapılandırılabilmesi için, sezon sonunda en sağlıklı takviyeleri yapmak. Gerisi muhakkak gelecektir. Tabii bu uzun vadeli planlarda bir de 2012-2013 gibi bir son kullanma tarihi olacağını unutmadan hareket etmek gerekiyor. Zira Brezilya’nın ev sahipliğini yapacağı 2014 Dünya Kupası’nda, takımın başında Zico’nun olma ihtimali artık çok çok fazla.

Hiç yorum yok: