30 Mayıs 2008 Cuma

Tadilat




27 yaşına gelip hâlâ okula giden bir bünye olmanın neticesinde bu aralar başımız derslerle bir hayli belada. Aslında sene başından beri işten güçten pek belimizi doğrultacak vakit bulamadık ama hiçbir vazife ödev yetiştirme derdine düşmek kadar can sıkıcı değilmiş, şu aralar bunu fark etmiş durumdayız bir kez daha. Acı ama gerçek.

Blogda ay başına düşen yazı sayısı da içinde bulunduğumuz meşgale hakkında yeterince fikir veriyor aslında. Aralık ayında bir heves girişmişiz bu işe, 13 yazı yazmışız o ay, Nisan ve Mayısın toplamındaysa anca Aralıktaki kadar yazabilmişiz.

Bugün bu yazıyı yazmadan önce şablonun HTML kodunda ufak bir oynama yapıp biraz daha gözle görülebilir bir hale sokmaya çalıştık blogu ama tadilat devam ediyor. En azından ilk paragraftaki nedenlerden ötürü zihinsel bir tadilattan geçmemiz lazım. Euro 2008’deki her maçın ardından ufak ufak maç yazıları yazmayı düşünüyordum ama grup maçlarında buna vakit ayırabileceğimin garantisi pek yok gibi. 9 Haziran’a kadar bir ton ödev, sonra 19 Haziran’a kadar da en az üç finale gireceğiz. Bu dönemi sağ salim atlatırsak Haziran sonundan itibaren nihayet altı aydan fazla süren test yayınına son verip normal yayına geçiş yapacağız.

Canımız çıkarsa da son post olarak bir helva fotoğrafı koydururuz artık tanıdıklardan birine, vasiyet niyetine...

19 Mayıs 2008 Pazartesi

29 Mart 2009’a Yatırım




Eskişehirspor 1996’dan beri Türk futbolunda en üst kademeden uzaktı. Geri dönecek gibi bir hali de yoktu zira maddi açıdan güçlü değildi. Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen son derece idealist birisi olduğundan, belediyenin bütçesi üzerinden Eskişehirspor’a kıyak yapılmıyordu. Takıma sponsor olan büyük bir holding de çıkmamıştı. Onu geçtim yerli zenginler bile ellerini doğru dürüst ceplerine atmaya yanaşmıyorlardı.

Aslında şehirde çok ciddi bir potansiyel vardı. 1960’ların sonuyla 1970’lerin başında Anadolu İhtilalini gerçekleştiren kulüp olunması nedeniyle önemli bir futbol geleneğine sahiplerdi. Her maç 15 bin seyirci ortalaması tutturmayı da Üç Büyükleri bir kenara koyacak olursanız koca Türkiye’de onlardan başka başaran yoktu. Maddi sorunları aşmaları halinde Süper Lig’de bile zirveyi zorlayabilirlerdi.

İşte bu noktada memleketteki en şark kurnazı politikacılardan biri olan Maliye Bakanı Kemal Unakıtan devreye girdi. Eskişehir’den milletvekili adayı olacağı 22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri öncesinde kulübe elini bir attı ve Sergen Yalçın ile Coşkun Birdal gibi flaş transferlerle Eskişehirspor bir anda Birinci Lig’in en iddialı takımlarından biri haline geldi. Bu transferler için mali kaynak nasıl yaratıldı meçhul.

Ancak olayın Unakıtan’ın futbol sevgisiyle alakasının olmadığı çok açık, çünkü öyle olsaydı, Unakıtan’ın bir önceki dönem milletvekili seçildiği vilayetin takımı Edirnespor, onun mebusluğu döneminde tarihinin en büyük maddi krizi içine girip amatör kümeye düşmez ve oraya saplanıp kalmazdı. Belli ki Edirne’de bir futbol rantı yoktu, oysa ki Eskişehir’de bu rant çoktu.

Yapılan bu “taktik hamlenin” ilk karşılığı genel seçimlerde alındı ve AKP Eskişehir’de birinci parti oldu. Gerçi AKP’nin bu numara yapılmadan da Eskişehir’de birinci parti olabileceği düşünülüyordu. Dolayısıyla AKP-Eskişehirspor ilişkisinin asıl hedefi 22 Temmuz 2007 değildi. Asıl hedef 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri’ydi.

Yılmaz Büyükerşen 1999’dan beri Eskişehir’de büyükşehir belediye başkanlığı görevini yürütüyor ve kentte partiler üstü bir güce sahip. İkidir DSP’den seçiliyordu ama CHP’den de aday olsa veya seçimlere bağımsız girse de pek değişen bir şey olmazdı. Haliyle Büyükerşen isminin bu ağırlığı, 29 Mart 2009’da AKP’nin Eskişehir’deki işinin, 22 Temmuz 2007’dekine oranla çok daha zor olduğu anlamına geliyordu.

Eskişehirliler belediyelerinden zaten üst düzey hizmet alırlarken, kent Türkiye’nin en modern ve yaşanılası kentlerinden birine dönüşmüşken, Büyükerşen’den bir başkasının belediye başkanı seçilmesi ciddi bir macera olur. Velhasıl insanların o maceraya atılabilmeleri için, onları cezbedecek özel bir şey lazım. İşte o cezbedici şey de Süper Lig olarak Eskişehir halkının önüne sunuldu.

Açıkçası bu yaz Kemal Unakıtan ile AKP’nin yerel seçimlerde Eskişehir Belediye Başkanlığı’na aday göstermesi muhtemel şahıstan bir transfer şovu ve gelecek sezon, en azından 29 Mart’a kadar, Süper Lig’de orta sıralardan kopmayan bir Eskişehirspor bekliyorum. Bunun sonucunda AKP Eskişehir Büyükşehir Belediyesi’ni de ele geçirirse, o zaman da AKP öncesi dönemdeki kulüp-belediye ilişkileriyle AKP sonrası dönemdeki kulüp-belediye ilişkilerini incelemek, güzel bir karşılaştırmalı tez konusu olur herhalde.

Bir Maçın Da Olaysız Geçsin




Üç büyüklerin maçlarını bir kenara koyalım. Ne de olsa onlarda her türlü tantana kopuyor. Birinin işine gelen sonuç diğerinin aleyhine olduğundan sürekli tartışma çıkabiliyor maçlarda.

Ancak Selçuk Dereli’nin yönettiği diğer maçlarda da işler pek normal bir biçimde gitmiyor nedense. Bu sene UEFA Kupası’nda bir Bordeaux-Anderlecht maçı yönetti, Bordeauxlular çileden çıktı. Ertesi gün de Fransız medyası onu tefe koyup çalmış zaten. Aradan birkaç ay geçti, bu sefer de sıra Eskişehirspor ile Boluspor arasında oynanan Süper Lig’e yükselme maçına geldi. Yine kartların havada uçuştuğu, seyredenlerin saçını başını yolduğu bir maç.

Erhan Yılmaz’ın ilk dakikadaki kırmızı kartı şeklen doğru ama sadece dört hafta önce aynı Dereli, büyük takımlardan birinin maçında, o büyük takımın bugün milli takım kampında yer alan bir futbolcusu benzer bir hareketi yaptığında sarı kart göstermeye bile gerek görmemişti. Dereli’nin yönettiği maçları çığırından çıkaran biraz da bu standartsızlık olsa gerek.

18 Mayıs 2008 Pazar

İsterse Uzay Gol Kralı Olsun




Alessandro Del Piero 34 yaşında Serie A’da gol kralı oldu. Özellikle Juventus’un şike yapması sonucunda ikinci lige düşürülmesi ve bir senenin ardından Serie A’ya geri dönmesiyle birlikte Del Piero’nun bu gol krallığını elde etmesi, dahası Del Piero’nun kariyerinin son döneminde, ilk kez bu sevinci yaşaması, tecrübeli oyuncu için yazılacak kahramanlık hikayelerinin bir hayli abartılı olmasını da sağlayacaktır.

Lakin bana göre bu başarının hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. Bu tavrım da sadece Del Piero’ya karşı değil, şike skandalından sonra Juventus’la bağlarını koparmayan her oyuncu için geçerli. Bir takım futboldaki en büyük suçu işleyecek, üstelik bu kanıtlanacak, dünyada bu rezilliği duymayan insan neredeyse kalmayacak ve siz hâlâ böyle bir kulübün çatısı altında bulunmayı içinize sindirebileceksiniz. Olaya çok romantik bakıyorum belki ama böyle bir midesizliği kabul edemiyorum. Böyle midesizce davranan futbolcuların da gözümde hiçbir değeri olmuyor.

Olmadı Güntekin Onay...




Futbol bilgisine en çok hürmet ettiğim spikerlerin başında gelir Güntekin Onay. Ancak biraz önce sona eren Parma-Inter maçında sanırım dalgınlığı üzerindeydi. Israrla Inter’in yakın geçmişte son hafta şampiyonluğu kaybetmesine örnek olarak 2002/03 sezonunu gösterdi. Halbuki doğrusu 2001/02 sezonu olacaktı. En azından o takımdan “Ronaldolu Inter” diye bahsettikten sonra yaptığı hatanın farkına varması gerekirdi çünkü Ronaldo 2002 Dünya Kupası sonrasında Real Madrid’e transfer olmuştu.

Ayrıca maç sonunda, eskiden Inter’e transfer olup bekleneni veremeyen yabancı oyuncuları sayarken listeye Ian Rush’ı da dâhil etti ki Rush Serie A’da geçirdiği tek sezonda (1987/88) Juventus forması giymişti.

13 Mayıs 2008 Salı

Midas Gibi Adam: Christoph Daum




“Dünyada hakkı en az teslim edilmiş teknik direktörler kimdir?” diye bir soruyla karşılaşacak olursam vereceğim ilk cevaplardan biri kesinlikle Christoph Daum olur. Ne Almanya’da, ne de “ikinci vatanım” dediği Türkiye’de bu adam hak ettiği saygıyı bir türlü göremedi. Üstelik her iki ülkede de son 20 yılın en başarılı birkaç teknik direktöründen biriyken.

28 yaşındaki antrenörlük yaşamına başladı Daum. Köln Spor Akademisi’ni bitirmesinin ardından 1. FC Köln’ün amatör takımının antrenörlüğüne getirildi. Bu dönemde Köln’ün profesyonel takımını çalıştıran efsane teknik adam Rinus Michels’den de bizzat feyz alma şerefine nail oldu.

1986/87 sezonuyla birlikte Köln’de teknik direktörlük mevkiine de geçiş yaptı Daum. Takım o sezonu 10. sırada tamamlasa da sonraki üç sezon şampiyonluğa oynadı, önce bir üçüncülük, sonra da iki ikincilik kazandı. Kulüpteki son sezonunda lig ikinciliğinin yanı sıra UEFA Kupası’nda da yarı final oynadı (ertesi yıl Şampiyon Kulüpler Kupası’nı alacak Kızılyıldız’ı eleyerek hem de) ama Juventus’a 2-3 ve 0-0’lık sonuçlarla diş geçiremedi. Juventus finalde de Fiorentina’yı geçip kupayı alacaktı zaten.

1990/91 sezonunda Stuttgart’ın başına geçti Daum. İlk sezonda bir altıncılık, sonrasında yine müthiş bir başarı öyküsü ve 1991/92 sezonunun son haftasında gelen şampiyonluk. Ancak bu vesileyle katıldıkları Şampiyon Kulüpler Kupası, Daum’un kariyerindeki iki büyük eksiden ilki olacaktı. İlk turda Leeds United ile yapılan maçların ikincisinde üç yerine dört yabancı oynattı Daum. Normalde ilk maçı 3-0 kazanan Stuttgart, 4-1 kaybettiği rövanşın ardından deplasman golü kuralı gereğince turu geçen taraf olacaktı ama malum hata nedeniyle maç 3-0 Leeds lehine tescil edildi ve ortaya çıkan 3-3’lük eşitlik sonrası Barcelona’da bir play-off maçı oynanması kararlaştırıldı. Bu maçı Leeds 2-1 kazanınca Stuttgart elindeki turu yok yere rakibine vermiş oldu.

Bu hadise sonrası Daum Stuttgart’ta barınamadı. Kendisini yeniden ispatlayacağı yerse Beşiktaş olacaktı. Daum 1994 yılının başlarında siyah-beyazlılara imza attığında takım ligdeki iddiasını neredeyse tamamen yitirmişti ama yeni çalıştırıcısının getirdiği havayla önce Türkiye Kupası’nı, hemen ardından da Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı kazandı. Ertesi yıl da ligde şampiyonluk geldi.

Daum’un Beşiktaş’taki sonunu hazırlayan olaysa 1995/96 sezonunda Şampiyonlar Ligi ön elemesinde Rosenborg’a elenilmesiydi. Tabii o Rosenborg’un sadece bir sene sonra Şampiyonlar Ligi’nde Milan’ı saf dışı bırakıp çeyrek final oynayacağını o zamanlar henüz bilen yoktu ve ligde de Fenerbahçe ile Trabzonspor’un gerisinde kalınmasıyla birlikte Daum’un bileti kesildi.

Beşiktaş’tan sonraki durak, önceki sezon Bundesliga’yı küme düşme hattının biraz üzerinde, 14. sırada tamamlamış olan Bayer Leverkusen’di. Sihirli değnek bu sefer de Leverkusen’e değdi ve takım bir sezonda 12 basamak sıçrayarak ligi ikinci sırada tamamladı. Sonraki üç sezonda bunu bir üçüncülük ve iki ikincilik daha takip etti. 1998’de Leverkusen ayrıca Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final de oynadı ama sonradan kupayı da alacak olan Real Madrid’e elendi.

Leverkusen döneminde en çok dikkat çeken noktalardan biriyse Lucio, Michael Ballack, Jens Nowotny, Emerson, Ze Roberto gibi ilerde birer dünya yıldızına dönüşecek oyuncuların genç yaşta takıma kazandırılmalarıydı.

Bu başarılar Daum’a Alman Milli Takımının da kapılarını açtı ve DFB (Alman Futbol Federasyonu) Euro 2000 sonrasında Erich Ribbeck’in yerine milli takım teknik direktörlüğüne Daum’un getirilmesini kararlaştırdı.

Gelgelelim tam da bu noktada Daum’un kariyerindeki ikinci büyük eksi devreye girdi ve kokain kullandığının ortaya çıkması üzerine anlaşma geçerliliğini yitirdi. Bayer Leverkusen’in de mevcut kontratı süresinin dolmasını beklemeden feshetmesiyle birlikte Daum’un Almanya’da arkasında duran kimse kalmadı. Ona sahip çıkansa bir kez daha Beşiktaş oldu. Ne var ki Beşiktaş’ta da kokain davası nedeniyle sürekli Almanya’ya gidip gelmesinden ötürü beklenen katkıyı gösteremedi ve ligi üçüncü bitirdi.

2002/03 sezonu Daum’un diriliş sezonu oldu. Ekim ayında başına geçtiği Austria Wien ile hem lig hem de kupa şampiyonluğu yaşadı. Sonrasında da berbat bir sezon geçiren ve ligi 51 puanla altıncı sırada tamamlayabilen Fenerbahçe’nin yeniden yapılanma operasyonunun mimarı olması teklif edildi kendisine. O da kabul etti.

Sistemsizliğin adeta ilke haline geldiği Fenerbahçe’de o yaz köklü değişiklikler yaşandı. Kulüp belki de ilk kez yola şampiyonluk hedefiyle çıkmıyor, öncelikle sağlam bir iskeletin oluşturulması hedefleniyordu. Ümit Milli Takımda da oynayan Tuncay, Kemal, Servet, Selçuk, Volkan, Mahmut Hanefi gibi gençlerin yanına Pierre van Hooijdonk gibi bir tecrübe eklenmişti belki ama transfere yine de çok bütçe ayrılmamış, iş birazcık Daum’un oyuncu bulma yeteneğine bırakılmıştı. Corinthians’dan Fabio Luciano ile Como’dan Stjepan Tomas defansın göbeğine transfer edildiler ve kısa sürede uyumlu bir ikili oluşturdular. Tıpkı sezon ortasında Cruzeiro’dan alınan ve Pierre van Hooijdonk’u çok iyi tamamlayan Marcio Nobre gibi. Takım ligin ilk yarısını son şampiyon Beşiktaş’ın sekiz puan gerisinde tamamlasa da ikinci yarıda müthiş bir çıkış göstererek şampiyonluğa ulaştı. Bu, Daum’un kariyerindeki dördüncü lig şampiyonluğuydu ama belki de kazanılması en zor olandı.

Ertesi sezonun başında Alex de Souza transferiyle Daum kafasındaki şablonu da nerdeyse tamamen oluşturuyordu. Önceki yıl takım sezonun ilk yarısını Hollanda usulü bir 4-3-3, ikinci yarısınıysa 4-2-4 oynayarak idare etmişti ancak Alex’in gelişiyle Daum’un istediği 4-2-3-1, 4-3-1-2, 4-1-3-2 sistemlerinin hepsini gayet başarıyla uygulayan bir takım ortaya çıkmıştı. 2003’te ligi 51 puanla tamamlayan bir takıma gelip bir senede 76 puanlı bir şampiyon yaratan Daum, bu sefer bir önceki Şampiyonlar Ligi macerası “altı maçta sıfır puan” olan Fenerbahçe’ye Şampiyonlar Ligi’nde dokuz puan kazandırdı. Bunun getirdiği üçüncülükle UEFA Kupası’nda Zaragoza karşısına çıkıldı ama tur kaybedilince, futboldan çok anladığını sananlar, Daum’a karşı kılıçlarını çektiler. İşin komiği, adam Avrupa’da ha deyince başarılı olunamayacağını anlatmak için “tecrübe” gerektiğini vurguladı, daha beter kabahatli oldu.

Fenerbahçe’nin ve Daum’un belini bükense yönetimin yıldız oyuncu alma sevdasına yenik düşüp, tıkır tıkır işlemeye başlayan sistemi de görmezden gelip, 2005 başında Nicolas Anelka’yı transfer etmesi ve bu bombayı Daum’un kucağına bırakmasıydı. Ne hikmetse Arsene Wenger’inden Vicente Del Bosque’sine kadar çalıştığı hiçbir teknik adamın dilinden anlamadığı kafadan kontak bir oyuncuya takımda yer açma zorunda kalınması, işleyen düzene haliyle çomak soktu. Ortaya 4-2-2-2 gibi kanadı kırık, asimetrik bir diziliş çıktı ve Fenerbahçe ne çektiyse bundan çekmeye başladı. Yine de 2004/05 sezonu şampiyonlukla sonuçlandı ve camia 30 yıl aradan sonra ilk kez üst üste şampiyonluk sevinci yaşadı.

2005/06’daysa sıradışı bir şekilde kaybedilen şampiyonluğun faturası işin kolayına kaçılarak Daum’a kesildi. Şampiyonluğun kaybedilişi sıradışıydı çünkü Fenerbahçe yarıştaki rakibi Galatasaray’ı her iki maçta da sürklase ederek yenmişti ama Galatasaray’ın ligde bundan başka doğru dürüst puan kaybı yaşamaması ve futbol maçından başka her şeye benzeyen bir son hafta maçında yetkililerin gereken cesareti gösterememesi gibi normalde eşine pek rastlanmamış hadiseler birbirini kovalamıştı sezon boyunca. Tabii sadece Fenerbahçe cephesine bakılacak olursa Anelka’nın yarattığı sistem arızaları ve sezon başında da cepteki akrepler sağolsun Appiah’tan başka bir transfer yapılmaması, negatif sonucu yaratan en önemli unsurlardı. Bunların kabahatlisi Daum değildi ama aslanların önüne o atılmıştı bir kere.

Daum kalçasından bir ameliyat geçirip birkaç ay istirahat ettikten sonraysa, 27 Kasım 2006’da, ilk göz ağrısı Köln’e döndü. Sezonun yarıya yakını geride kalmış olduğundan öncelikle kendi ekibini oluşturma çabalarına girişti. Bu sezonsa beklenen oldu ve Köln, ligin bitimine bir hafta kala ilk üç sırayı garantileyerek Bundesliga vizesini kaptı. Daum da gittiği her takımda derece elde etme alışkanlığını sürdürdü.

Aslında Daum’un kıymetini anlamak için sadece Fenerbahçe’nin son yıllardaki lig performansına bakmak bile yeterli.

Fenerbahçe’nin, Daum’un göreve geldiği 2003/04 sezonuna kadar ligde üç puanlık dönemdeki ağırlıklı sezonluk puan ortalaması 69,4 (ağırlıklı dediğim, bütün sezonlar 34 maça göre düşünülerek hazırlanmış puan ortalaması). Aziz Yıldırımlı Fenerbahçe’nin Daum öncesi dönemindeki sezonluk puan ortalamasıysa 67. Daumlu Fenerbahçe’nin üç sezondaki puan ortalamasıysa 79! Aradaki fark gerçekten de muazzam!

Daum’un görev süresince sık sık vurguladığı “tecrübe” kavramının önemini görmeksizin iki sezondur Avrupa’da elde edilen başarıları sürekli Daum’un yokluğuna ve Zico’nun mevcudiyetine bağlayanların da (şahsi fikrim Zico’nun Daum ve Parreira’dan sonra Fenerbahçe’ye son 20 yılda gelen en başarılı teknik direktör olduğu yönündedir bu arada) iki teknik adamın ligdeki performanslarına bakmalarında yarar var. 51 puanlı bir takımı alıp ilk senesinde 76, ikinci senesinde 80, üçüncü senesinde de 81 puan toplayan Daum’dan sonra Zico 81 puanlı takımı alıp ilk senesinde 70, ikinci senesinde 73 puan toplayabildi.

Bir tarafta sezon başına ortalama 79, diğer taraftaysa 71,5 puan.

Biraz daha detaya inelim. Daum’un takımı sezon başına ortalama 83 gol atıp 33 gol yerken Zico’nun takımı 68,5 gol atıp 34 gol yemiş.
İki taraf arasındaki farkı anlamak için verilebilecek bir başka örnek de Daum'un göreve geldikten sonra tamamen kendi sistemini inşa etmesi, Zico'nun da bir bakıma bunu denemesi (başlarda 4-1-2-1-2 oynatmaya çalışmıştı) olmadığını görünce de Daum'dan kalma sisteme geri dönmesidir.

Daum’un tek handikapı Avrupa olarak görülüyor. O, iki senede takıma 18 civarı puan toplatırken Zico bunu 31 puana taşımış. Tabii burada az önce değindiğimiz tecrübe faktörünün yanı sıra kadro farkı da önemli. Daum döneminde Avrupa’da maçlara çıkan kadronun geri dörtlüsü Serkan-Servet(Önder)-Luciano-Ümit şeklindeydi. Bu sene o noktadan Gökhan-Lugano-Edu-Carlos dörtlüsüne gelindi ki bunlardan ilkinin ikincisinin yanında karikatür gibi durduğunu söylemek çok da abartı olmaz. Bir tarafta Shevchenko’nun peşinden sürünüp adama dört gol attıranlar, diğer tarafta Shevchenko’nun anca gazozuna maçlarda kesebildiği Drogba’ya nefes aldırmayanlar varken Avrupa’da sezon başına 9 puandan 15,5 puana çıkılması çok da şaşırtıcı olmasa gerek.

Son olarak Daum’un en büyük özelliklerinden birinin de en modern antrenman tekniklerini A’dan Z’ye bilen birisi olması olduğunu da ekleyelim. Bunun önemini merak edenler, Daum döneminde üç sene boyunca Fenerbahçeli futbolcuların başına kaç tane ciddi sakatlık gelmiş bir araştırsınlar. Bir de Daum’dan sonra işler ne hale gelmiş onu incelesinler. Sadece bu sezon Serdar, Kezman, Deniz, Appiah, Roberto Carlos, Yemen’e gittiler adeta. Son zamanlarda Wederson, Uğur, Lugano, Yasin ve Gökhan Gönül de sakatlandı. Onlar da gidip gelmemezlik ederler mi meçhul.

Tüm bunları yazıp düşündükten sonra insanın aklına şu soru da ister istemez geliyor: “Acaba Fenerbahçe istikrar adına iki sene önce bıraktığı yerden, bu iki sene içindeki ekstra kazanımları da yanına alarak, yola devam etse nasıl olur?”

Neyse, cevabını alamayacağımızı bile bile çok fazla bu soru üzerine düşünmenin bir faydası yok. O halde sadede iyisi mi şöyle gelelim:

Tebrikler Christoph Daum, Bundesliga’da yolun açık olsun!

Bu Sezon Bir İlki Başaran Tek Takım: Sivasspor!




Özellikle yaşam tarzımı şekillendiren en büyük iki olguyu (1- Heavy Metal, 2- Futbol) düşündüğümde Türkiye’de doğduğuma hayıflanmışımdır hep (gerçi sonradan üçüncü olgu, yani gırtlak devreye girdiğinde bir anda halimden memnun oluyorum ama neyse işte). Nedeni gayet basit, Heavy Metal konusunda da futbol konusunda da özürlü bir milletiz çünkü.

“Bu girişin başlıktaki Sivasspor ile alakası ne?” diye soracak olanlara hemen açıklamada bulunalım. Ben 1981 doğumluyum. Doğduğum yıl Trabzonspor şampiyon olmuş belki ama onların yaşadığı hiçbir şampiyonluğu “childhood amnesia” denen illet sağolsun hatırlamıyorum. Eskişehirspor’un şampiyonluk mücadelesi verdiği, Göztepe’nin Avrupa’da fırtına gibi estiği yıllarıysa zaten yaşamadım bile.

Buna rağmen yolun aşağı yukarı üçte birini geride bırakmış durumdayız ve bu süre içinde ben Sivasspor kadar başarılı olan bir Anadolu takımı daha görmedim. Ama girişte dert yandığım “futbol özürlü millet” bu noktada can sıkmaya başlıyor işte.

Galatasaray 1959’dan bu yana 17. şampiyonluğunu elde etti.

Hayırlı olsun!

Ancak bir değil, üç değil, beş değil... 17! Çok anormal bir durum olmasa gerek.

Fenerbahçe de aynı dönemdeki 17. ikinciliğini yaşadı. Demek ki bu da anormal bir durum değil.

Beşiktaş ise sekizinci kez ligi üçüncü sırada tamamladı. Yani o da normal...

Sivasspor’a baktığımızdaysa sadece kendisi adına değil, Dört Büyükler haricinde kalan tüm takımlar adına bir ilki başardığını görüyoruz.

Evet, Dört Büyükler haricinde daha önce Sivasspor’dan daha iyi dereceler elde edenler olmuştu (sadece Eskişehirspor’un üç ikinciliği var) ama Sivasspor kadar yüksek bir puan ortalaması yakalayan olmamıştı.

Sivas’ın bu seneki puan ortalaması 2,15.

Bugüne kadar ligimizde oynayan takımları, elde ettikleri en iyi puan ortalamalarına göre sıralarsanız (ister iki puanlık dönemi üç puan üzerinden, ister üç puanlık dönemi iki puan üzerinden hesaplayın sonuç değişmiyor) Sivasspor Dört Büyüklerin hemen ardında kendisine yer buluyor.

Ama futbol özürlü bir millet olduğumuz için böyle bir olay üstüne keyifle oturup konuşmuyor, yazmıyoruz. Hâlâ “vay Galatasaray şampiyon oldu, vay Fenerbahçe neden şampiyon olamadı, vay bilmem ne...”

“Onların taraftarı daha çok, o yüzden onlar konuşuluyor” derseniz ne kadar futbol özürlü olduğumuzu daha çok belli etmiş olursunuz. Zaten İstanbul takımlarının İstanbul dışında bu kadar taraftara sahip olması abesle iştigal bir durum! Siz hiç Manchester United şampiyon olduğunda Londra’da, Birmingham’da, Southampton’da ve Birleşik Krallık’ın dış temsilciliklerinde yollara dökülen insanlar gördünüz mü? O yüzden “işte Premier Lig o!” Bizdeyse burada adından başka hiçbir haltı süper olmayan bomboş (son harfi isteğe göre değiştirebilirsiniz) bir lig var.

İşin daha da acı tarafı, İngiltere’de Sivasspor’unkine benzer bir hikaye yaşansa, bunun hakkının canlı canlı teslim edilmesini bırakın, aradan 30 sene geçse bile FourFourTwo gibi dergiler “Action Replay” köşelerinde bu konuyu ısıtıp ısıtıp yeniden gündeme getirirler. Bizde bırakın 30 seneyi, 30 gün sonra Sivasspor’un adını hatırlayan olmayacak.

Bu konuda, son zamanlarda revaçta olan bir reklamdaki gibi denebilecek tek bir şey var aslında:

SKANDAL!