29 Şubat 2008 Cuma

“Yabancı Hakem” Tabusunun Yıkılma Vakti Geldi De Geçiyor Bile


Avrupa'nın şu an en gözde hakemlerinden biri olan Yunanlı Kyros Vassaras


Bu ülkede cebinde parası olan birisi azcık rahatsızlanmayagörsün. Hemen soluğu yurtdışında alır. ABD’li, Alman, İsviçreli, hatta İsrailli doktorlara muayene olmak için... Cebinde biraz daha az parası olansa öncelikle yurtiçinde yabancı menşeli hastanelerde şifa aramaya çalışır. Herkes de bu durumu normal karşılar. En son 1930’ların sonlarında Atatürk demişti “beni Türk hekimlere emanet edin” diye... Ondan sonra 70 senedir “yabancı” hekim makbul memlekette...

***

Eski tabirle ilkokul, yeni tabirle ilkögretim okullarının son sınıfında bütün öğrencileri ve velileri bir telaş sarar. Özel okullarda yer kapma telaşıdır bu. En çok hayali kurulan okullarsa Amerikan, Fransız, Alman, Avusturya ve İtalyan, kısaca “yabancı” kökenli olan okullardır. Millet bu okullara kapağı atabilmek için adeta birbirini çiğner. Sonunda muvaffak olan öğrenciler de çevrelerindeki hemen herkes tarafından olimpiyatlarda madalya kazanmış sporcuymuşçasına pohpohlanır.

***

“Yabancı” merakımız hayatta sadece eğitim ve sağlık alanlarında kendini göstermiyor şüphesiz. Son yıllarda yabancı sermayenin ülke ekonomisinde sahip olmaya başladığı ağırlığı kim inkar edebilir? Kamu kuruluşlarını bile peynir-ekmek gibi yabancılara satıp durmuyor muyuz? Üstelik bir de bu durumla övünmüyor muyuz?

***

İthal otomobiller her zaman en “havalı” otomobillerdir bu ülkede. Hoş, “yerli” dediklerimiz bile burada üretilmek dışında yerli bir özelliğe sahip değildir ya... Ayrıca takılan saatten, gidilen cafeye, giyilen pantolondan, kullanılan tıraş bıçağına kadar hep ithal, yani “yabancı” olanlar havalıdır.

***

Futbolda da mümkün mertebe yabancılara bel bağlarız. Eskiden bir teknik direktörlerle futbolcuları görürdük yabancı olarak, artık yardımcı antrenörler, kondisyonerler, maç analistleri, yetenek avcıları, falan feşmekan derken futbolda yabancıların el atmadığı, daha doğrusu bizim yabancıları bulaştırmadığımız hiçbir alan kalmadığını görüyoruz. İstisnai bir alan var gerçi... Hakemlik!

***

Eskiden ara sıra ülkemizdeki maçlar için yabancı hakem getirildiği olurmuş. Çok eskilerde kalmış bu ama. Üzerinde konuşacak durumda değiliz haliyle. Adeta mürur-u zamana uğramış bir vaka...

Günümüzdeyse yabancı hakem konusu, çok ciddi bir tabu haline gelmiş durumda. Bu ülkede kamu kuruluşlarının yabancılaştırılmasına doğru dürüst ses çıkmaz. Burnunda sivilce çıkan adam kontrol için apar topar soluğu yurtdışında aldığında “Türk doktorları ne güne duruyor” diyen olmaz, ülkeye gelen yabancı futbolcuları havaalanlarında binlerce kişi karşılar, ama iş yabancı hakeme geldi mi herkes “Türk hakemlerine güvenin, yabancılardan ne eksikleri var onların” diye duygu sömürüsüne girişir. Tabii bu kelamda bulunanların kaçı çocuklarının eğitimi için Çukurtepe Lisesi’ni Robert Kolej’e tercih eder, orası ayrı!

***

Öncelikle, kesinlikle yabancı şakşakçılığını yapmadığımı belirtmem lazım. Yanlış anlaşılmak istemem. Hatta kamu kuruluşlarının yabancılara satılması gibi durumların dünya görüşüme taban tabana zıt olduğunu da antr-parantez vurgulayayım. Ancak ülkede geri kalmış birtakım kurumların gelişmesinde, en azından şu anki kadar yıpranmasını önlemekte, yabancılarla işbirliğinin bir faydası olacaksa, buna da sırt çevirmek mantıksız. Tıpkı futbol hakemliği müessesesinde olduğu gibi...

İki gün önce bir maç oynandı, o günden beri ülke gündemini hakem işgal etti. Ne Kuzey Irak’taki kara harekatını konuşuyoruz, ne ekonomiyi, ne de başka bir şeyi. Varsa yoksa Cüneyt Çakır! Böyle bir ortamda kim hakemlik müessesesinin gelişme göstermesini bekleyebilir, kim hakemlerin rahat rahat maç yönetmesini umut edebilir ki?

Evvela Türkiye’de hakemlere karşı çok ciddi bir güven bunalımı var. Bunda hakemlerin zaman zaman yaptığı korkunç hataların yanı sıra, futbol izleyicilerinin de her olayı “taraftar” gözlükleriyle yorumlamasının ve takımları kaybettiğinde bunun sorumlusunu dışarıda aramaya çalışmasının da önemli bir payı var kuşkusuz.

Ahmet hasta Fenerli hakemdir, Mehmet Cimbom’un uşağıdır, Ali Beşiktaş’ın adamıdır... Ya da tam tersi Hasan Fener düşmanıdır, Hüseyin Galatasaray’ı bitirmek için görevlendirilmiş bir tetikçi, Veli de Beşiktaş’ın belalısı...

Kafamızda ister istemez “bu hakem kesin takım tutuyordur, eh, bu takım da neden benim ezeli rakibim olmasın, o zaman hakem kesin düşmandır bize” gibisinden bir görüş şekillendirmişiz. Bizler nasıl taraftarsak, hakemlerin de aynı bizler gibi birer taraftar olabileceğini düşünüyoruz. O yüzden yaptıkları her hatada kasıt arıyoruz. Haliyle hiçbirine güvenmiyoruz. Bu güven bunalımı da doğal olarak kendini en fazla, ülkenin en çok taraftara sahip kulüpleri olan Üç Büyüklerin kendi aralarında yaptığı maçlarda, yani derbilerde gösteriyor.

İşte bir müddet sırf bu krizi aşmak için dahi yabancı hakemlerin “ara-sıra” yurtiçinden maçlara getirilmesi gerekmektedir. En azından taraftarlar “Mejuto Gonzalez Fenerlidir, Massimo Busacca Cimbomludur, Kyros Vassaras Beşiktaşlıdır” diye onlara önyargıyla yaklaşmayacak, maçlarda yaptıkları hataları da, kasıt aramadıkları için, daha çok hoşgörüyle değerlendirebileceklerdir.

Türk hakemleri de bu süre içinde kendilerini gerilimi daha düşük maçlarda, baskıdan uzak bir biçimde, yavaş yavaş geliştirme fırsatını bulacaklardır. Hatta Türk hakemleri, kademe kademe daha üst düzey maçlara çıkarlarken, iş derbi maçlara geldiğinde de yabancılarla işbirliğinin şöyle bir faydası olur. Mesela yıldızı parlamak üzere olan genç bir Türk hakemini, FIFA kokartı almışsa, yabancı federasyonlarla anlaşma yaparak, oradaki derbilere gönderirsiniz. Atıyorum, Kyros Vassaras gelip burada Fenerbahçe-Galatasaray derbisini yönetirken, bizim genç hakemimiz de gidip Yunanistan’da Olympiakos-Panathinaikos derbisini yönetebilir. Bu da içerdiği gerilim açısından bizdeki derbiden aşağı kalır bir derbi değildir ama biz dışarıdan gelen hakemlere nasıl önyargısız yaklaşacaksak, dışarıdaki maçlarda da bizim hakemimiz aynı ölçüde rahat olacaktır. Böylece kendisini de, eğer gerçekten yetenekliyse, çok daha kolay ispatlayabilecektir. Hakemlerimiz böylesine bir süreç sonrası kamuoyunda yeteri kadar güveni sağlamaları halinde de ülkedeki her türlü maçın altından kalkabilecek düzeye gelmiş olurlar.

Söz konusu uygulamanın getireceği bir diğer fayda da, hakemlerimizin seviyesinin daha net bir biçimde görülebilmesini sağlaması olacaktır. Örneğin, Şampiyonlar Ligi finali yönetmiş bir Mejuto Gonzalez’in burada gelip yöneteceği bir derbide çizeceği performans, bizim hakemleriniz için pekala iyi bir referans noktası olabilir. Dolayısıyla “hakemlerimiz gerçekten yeterli de UEFA’nın çifte standardı nedeniyle mi üst düzey maçlarda bir türlü görev alamıyorlar yoksa henüz seçkin hakemlerin seviyesinde değiller mi?” sorusuna rahatça cevap bulabiliriz. Gerçekten yetersizlerse de bu eksikliklerin kapatılması için, az önce verdiğim “hakem takası” uygulamaları da dahil olmak üzere kademeli bir çalışmaya tabi tutulurlar.

Sonuçta “önemli maçlara yabancı hakem” getirme konusunun üzerinde daha fazla düşünülmesi gerekiyor. Bugüne kadar her şartta yerli hakem denedik ve bu hakemlerimizi de futbolumuzu da çok daha fazla yıprattı. “Türk hakemlere güvenelim” diye yabancı hakeme karşı çıkarken belki gerçekten yerli hakemlerimizi korumaktı niyetimiz ama sonuçta onlara daha çok zarar vermiş olduk.

Velhasıl, Türk futbolunun ve Türk hakemlik müessesesinin şu anki durumdan kurtulması için öncelikle halihazırdaki önyargıların, güvensizliklerin, baskı ortamının, gerilimin büyük ölçüde aşılması lazım. Sonrasında hakemlerimiz kendilerini gösterecekleri daha olumlu bir ortam bulacaklardır önlerinde. Bu sürecin aşılmasında da yabancı hakemlerden gelecek yardım büyük rol oynayacaktır. Tabii bunun için de o hakemleri Türkiye’ye getirecek cesareti göstermek gerekiyor.

27 Şubat 2008 Çarşamba

Coventry City - Nottingham Forest (28 Kasım 1990)




Yıllar önce yurtdışından maçların özet görüntülerine olan açlığımızı gideren tek yayın, Perşembe akşamları TRT 2’de seyrettiğimiz “Avrupa’dan Futbol”du. Bütün hafta perşembeyi iple çekerdik. İlkokul yılları... Sınıfta Oğuz diye bir arkadaş vardı, her Perşembe sabahı birbirimizi görür görmez birimiz “bu akşaaam” diye bağırır, diğerimiz de “Avrupa’dan Futbooool” diye karşılık verir, zıp zıp zıplardık.

Bir haftanın susuzluğunu; Martin Vasquez’in ara paslarını, Gordon Strachan’ın zekasını, kel kafalı Attilio Lombardo’nun sağ kanattan kopup gidişlerini, Hugo Sanchez’in taklalarını, Ruud Gullit’in rastalarını ve Ian Wright-Mark Bright ikilisine sahip Crystal Palace’ın adeta golcülerinin isimlerindeki kafiyeye nazire yaparcasına oynadığı şairane futbolu izleyerek dindiriyorduk.

Neyse efendim... Bir gün yine Avrupa’dan Futbol için sandalyemizi televizyonun önüne çekip transa geçmişiz. Birkaç maç özetinden sonra sunucu (Levent Özçelik veya Hüseyin Başaran’dan biriydi) “İngiltere Lig Kupası’nda çok ilginç bir maç oynandı, dikkatle seyredin” gibisinden bir anons yaptı. “İyi” dedik, başladık seyretmeye.

Maçın oynandığı tarih 28 Kasım 1990... Lig Kupası’nda 4. tur mücadelesi... Coventry City, Highfield Road’da Nottingham Forest’ı ağırlıyor. Coventry, daha sonraları Blackburn’de şöhretin zirvesine çıkacak genç İskoç yıldızı Kevin Gallacher’ın maçın ilk yarım saatinde yaptığı hat-trickle 3-0 öne geçiyor. Yalnız bu üç gol ne Coventry’ye ne de Gallacher’a yetiyor. Ve devrenin bitimine beş dakika kala maçtaki dördüncü gol geliyor. Golü atan takım da aynı, oyuncu da...

İşin garibi, Forest bu golü yedikten sonra arap atı misali açılıveriyor. Bir dakika içinde menajer Brian Clough’ın sahadaki kalıtımı olan oğlu Nigel çıkıyor sahneye ve onun attığı gol sonrası Forest farkı üçe indiriyor. Devrenin son dakikası içinde Nigel Clough bir kez daha sarsıyor Coventry filelerini. Bu da yetmezmiş gibi duraklama dakikaları oynanırken Clough, Gallacher’la aşık atarcasına durumu 4-3 yapıyor. Bir hat-trick de Clough’tan! Takımlar da bu skorun ardından soyunma odasının yolunu tutuyor.

İkinci yarıda heyecan giderek artıyor. 55’te Gary Parker’ın şutu ve 4-4! Forest bir gol daha atarsa belki de futbol tarihinin en büyük geri dönüşlerinden birini gerçekleştirecek! O hırsla saldırıp birkaç pozisyona da giriyorlar zaten. Ancak Coventry’den Steve Livingstone bir destanın yazılmasına karşı çıkarcasına maçın 5-4 ev sahibi ekip lehine bittiğini ilan eden isim oluyor.

Özetlerin başında skor söylenmediğinden görüntüleri seyrederken heyecandan bayılacak gibi olmuştum. 4-4’ten sonraki Forest ataklarında goller kaçtığında da sandalyeyi ekrana fırlatacaktım az kalsın, Livingstone’un golüyle de halıya yayılıp kalmıştım.

Şimdiyse, geriye dönüp bunları hatırladığımda, aklıma şu soru geliyor: “bu maçta, normalde iki tarafa da eşit bir mesafede duran dokuz yaşındaki bir çocuk bile seyrettiği özet görüntülerle bu kadar zıvanadan çıkmışsa, acaba kerli ferli, bira göbekli, koca koca Forest taraftarları kim bilir neler yaşamışlardır?”

Bu soruyu sorduysam da bunu tecrübe ederek öğrenmeyi hiç istemem tabii o ayrı...

25 Şubat 2008 Pazartesi

Yolun Açık Olsun Fidel...




Küba’da Fidel Castro dönemi dünkü seçimlerden sonra resmen kapandı.

49 yıl önce, Küba’nın gerçek diktatörü, ABD maşası Fulgencio Batista devrildikten bugüne kadar Küba’da Komünist Parti Genel Sekreterliği, başbakanlık ve devlet başkanlığı gibi görevlerde bulundu Fidel. Ancak Irak’a demokrasi götürüldüğünü sanan kafalara göre Fidel baskıcı bir diktatördü. İnsanların özgürlüklerini elinden alıyordu.

Tabii Irak’a giden demokrasiyse, yani “halk yönetimi” (demos=halk, kratos=yönetim) ise, o zaman bu özgürlük kavramının da ne olduğu tartışılır aslında ama, biz yine de bildiğimiz özgürlük anlamı çerçevesinde Fidel’in Küba’da hangi özgürlükleri kısıtladığını, hatta ortadan kaldırdığını kısaca bir hatırlayalım...

-İnsanların işsiz kalma özgürlükleri ellerinden alındı. Küba’da işsizlik sorunu diye bir şey yok.

-İnsanların, kendileri gibi başka insanlar tarafından sömürülme, emeklerinin karşılıklarını alamama ve kendi ürettiklerine yabancılaşma özgürlükleri ellerinden alındı. Küba’da hiçbir iş yapmadan emekçilerin sırtından geçinerek milyon dolarlar kazanan patronlar yok. Üretim araçları tamamen kamunun elinde...

-İnsanların para karşılığı eğitim ve sağlık hizmeti alma özgürlükleri de ellerinden alındı. Küba’da herkes okula ve hastaneye bilabedel gidiyor.

-Çocukların anne sütü haricinde “süt” diye bir besinden bihaber yetişme özgürlükleri ellerinden alındı. Küba’da çocuğu olan her evin kapısına her sabah bir şişe süt bırakılıyor.

-İnsanların, vergilerinin büyük bölümünün ağır silahlanmaya harcandığını seyretme özgürlükleri de ellerinden alındı. Küba, askeri harcamalara bütçesinin sadece yüzde 1.8’ini ayırırken bu alanda yaptığı tasarrufla yatırımlarını eğitim ve sağlığa kanalize etmeyi tercih etti. Yetişkinler arasında okuryazarlık oranı %99.8. Ülke nüfusunun ortalama yaşam süresiyse 77.7 yıl, bebek ölümleri oranıysa binde 6.04. Hani üçüncü dünya ülkesi ya Küba, o hesap herhalde! Küba’nın burnunun dibindeki bir başka üçüncü dünya ülkesi Haiti’deyse ortalama yaşam süresi 57 yıl, bebek ölümleri oranıysa binde 63.83. Bak sen şu işe! Dünyanın süper gücü olmakla övünen malum ülkede bile bu istatistikler sırasıyla 77.9 yıl ve binde 6.37 olarak karşımıza çıkıyor. Yahu bu işte bir gariplik var ama...

-Ve belki de en önemlisi, insanların hayatı sadece paradan ibaret görme özgürlükleri ellerinden alındı. 1972 Münih, 1976 Montreal ve 1980 Moskova Olimpiyatları’nın altın madalyalı boksörü (boykot olmasa 1984’te Los Angeles’ta dördüncü altınını alacağına kesin gözüyle bakılıyordu) Teofilo Stevenson bunun en güzel örneklerinden birini vermişti. ABD’li organizatörler onu ABD’ye kaçırıp profesyonel boks dünyasına sokmak için milyon dolarlar vaat etmişti ama Stevenson Küba’da mutlu olmak için her şeye sahip olduğunu ve söz konusu milyon dolarlara da hiç ihtiyaç duymadığını söyleyip bu teklifleri elinin tersiyle geri çevirmişti. Gırtlağına kadar paraya endeksli bir düzene batmış bizlerin, Stevenson’ın davranışındaki bu asaleti “enayilik” olarak yorumlamamızsa kuvvetle muhtemel. Asıl enayinin bizler olduğunun farkına varmadan...

Bunlar göz önüne alındığında, Fidel’in ne denli özgürlük düşmanı birisi olduğu bir kez daha görülüyor hakikaten.

Irak’a demokrasi götürüldüğünü sanan o kafaların zırvaları, söz konusu Küba ve Castro olunca sadece bu “özgürlük” mevzuuyla da sınırlı kalmamıştı üstelik. Kirli düzenin en rezil dergilerinden biri, vaktinde Fidel’in servetinin yüz milyonlarca dolarla ifade edilebileceği, bu paraların çoğunun da İsviçre bankalarında saklandığı iftirasını ortaya atmıştı. Herhalde bu iftiralarda bulunanlar, Castro’nun da kendi devlet başkanları gibi petrol kartelleriyle kol kola girip dünyayı bir mikser gibi karıştırarak servetine servet kattığını, ya da kendi ülkelerine uyduluk eden gerçek diktatörler gibi ülkesindeki her şeyi zimmetine geçirdiğini zannediyorlardı. Bu mesnetsiz iddialar karşısında Fidel bunların kanıtlanmasın, hatta yurtdışında bir dolarlık dahi bir hesabının tespit edilmesi durumunda istifa edeceğini açıklamıştı. Bunun üzerine iddia sahipleri tabii ki havaya bakıp ıslık çalmakla yetindi.

Son 50 yılın, insanları için belki de en çok çabayı sarfeden devletinin başkanını uğurluyoruz...

Yolun açık olsun Fidel...

Vaktinde silah arkadaşın Che Guevara’nın da dediği gibi: Hasta la Victoria Siempre!

24 Şubat 2008 Pazar

FIFA’nın Oyunu “Adil” Kılmak İçin Radikal Önlemler Alması Lazım

Dün Premier Lig’de Birmingham ile Arsenal arasında oynanan karşılaşmada ne yazık ki insanın kanını donduran bir sahne yaşandı. Birmingham’ın defans oyuncusu Martin Taylor, Arsenal’ın forveti Eduardo da Silva’ya öyle sert bir müdahalede bulundu ki Eduardo’nun ayağında maalesef çok ciddi bir kırık meydana geldi. Hatta sakatlık anında yaşanan görüntünün korkunçluğu nedeniyle Sky Sports Televizyonu pozisyonun yakın çekim tekrarını yayınlamamayı tercih etti. Genelde soğukkanlılığıyla tanıdığımız Arsene Wenger’in, sıcağı sıcağına, Martin Taylor’a bu yaptığından dolayı ömür boyu futboldan men cezası verilmesini talep etmesi de sakatlığın ne denli ciddi olduğunu herhalde net bir biçimde ortaya koyuyordur.

Wenger’in önerisi elbette biraz abartılı. Kendisi de daha sonra bunu basına açıklamış zaten. Fakat insanların adeta futbol hayatlarına kasteden böylesine müdahaleler için de FIFA’nın artık çok ciddi tedbirler alması gerekiyor. Bunun vakti geldi de geçiyor bile... Dolayısıyla Wenger’in o abartılı demecini çok da abartılı bulmayıp, bunun üzerinde biraz fikir jimnastiği yapmakta fayda var.

Diyelim ki Eduardo yaşadığı bu sakatlığı, Tanrı korusun, bir türlü atlatamadı ve futbol hayatı sona erdi... O zaman Wenger’in dillendirdiği “ömür boyu futboldan men” cezasını şimdiki kadar abartılı bulabilecek miyiz? Bu kadar kötüsünün olmadığını ama yine de Eduardo’nun sahalara döndükten sonra vasatı aşamayan bir futbolcu olduğunu ve sönük bir kariyer yaşadığını varsayalım. Beklenen patlamayı yapsa kariyeri boyunca belki de 50 milyon pound kazanacak oyuncu, bu durumda mesela 10 milyon pound kazanabilecek. Peki 40 milyon poundluk o olası zararı kim karşılayacak?

Biraz daha derinlemesine düşünelim... Eduardo’nun bırakın bundan sonrasını, şu ana kadar kazandığı paranın bile kendisini, hatta torunlarını, ömürlerinin sonuna kadar refah içinde yaşatabileceğini düşünenler olabilir. O zaman şunu sormak durumundayız: “bu dünyada sakatlanan her futbolcu Eduardo kadar varlıklı mı?” Öyle ya, profesyonel liglerin en alt kademesinde binbir güçlük altında oynayan, futbolculuk haricinde de başka sektörlerde çalışmaya kalksa vasıfsız işçi olmaktan öteye gidemeyecek binlerce futbolcu var dünyada. Onlar bu gibi durumlarla karşı karşıya kaldıklarında ne olacak?

İşte FIFA bu sorunları çözmek için masaya yumruğunu vurmalıdır. Kendi aklımıza gelen örneği de söylemek gerekirse... Martin Taylor’ın Eduardo’ya yaptığı müdahale, ilgili federasyonun disiplin kurulu tarafından incelenir, ciddi bir kasıt görülürse (ki gerçekten normal bir müdahale değil bu, ancak yine de görmeyenler lütfen merak edip o görüntülere bakmasın, insanın içi kaldırmıyor hakikaten) o zaman Eduardo sahalara dönene kadar Taylor da cezalı olacak, resmi maçlarda forma giyemeyecek. Eduardo’nun sahalara dönememesi gibi bir durum gerçekleşirse de o zaman Wenger’in bahsettiği “ömür boyu men” cezası da Tayor için otomatikman devreye girmiş olacak.

Tabii yapılması gerekenler sadece bununla da sınırlı değil. İlgili federasyon, ayrıca mağdur futbolcunun şikayetçi olmasını beklemeden bizzat olayın failini kendisi bir mahkemeye şikayet edecek. Bildiğiniz normal mahkemeye gidecekler. Mahkemede de Taylor’ın sokakta Eduardo’ya bu hareketi yapması halinde ne gibi bir ceza alabileceği, ayrıca yukarda bahsettiğim olası maddi kayıplar (hatta manevi kayıplar da işin içine girebilir) ve bunların nasıl tazmin edileceği gibi konular da görüşülecek.

Eğer FIFA böyle bir uygulamayı başlatırsa, sahalarda yaşanan bu korkunç sakatlıkların önüne yavaş yavaş geçilmeye başlanabilir. Hangi futbolcu, bir daha kendisinin de futbol oynayamayabileceğini, hatta hatta ödemeyeceği kadar yüklü bir maddi tazminatla karşı karşıya kalabileceğini ve bunun sonucunda yıllarca hapis yatabileceğini bilirse rakibine bu kadar pervasızca sert bir müdahalede bulunabilir ki?

FIFA “Fair-Play”i kendisine düstur edinmişse, bu konuda artık vakit kaybetmeden adım atmalıdır. Oyunun gerçekten “Fair”, yani dürüst, yani adil olabilmesi için bu şart.

21 Şubat 2008 Perşembe

Rövanş İçin Olmasa Da Yarınlar İçin Avantaj...




Maç öncesi kadrolar açıklandığında herkesin gözüne ilk çarpan nokta herhalde Sevilla’nın bu sezon en çok parlayan ismi olan genç sol açık Diego Capel’in yedek kulübesinde oluşuydu. Manola Jimenez onun yerine Duda’yı sahaya sürmüştü. Sevilla sağ ve sol beklerde dün olduğu gibi ofansif yönü güçlü Dani Alves ve Adriano’yu kullandığında, onların önüne de sürekli rakip kaleyi düşünen Jesus Navas ile Capel’i yerleştirdiğinde, kağıt üzerinde 4-4-2 gibi duran dizilişleri pratikte 2-4-4’e benziyordu. Bu oyun anlayışıyla Sevilla gol atmakta hemen hemen hiç zorluk çekmiyor ama savunmada da bir o kadar zorlanıyordu. Hele ki takımın zayıf halkalarının, en gerideki iki oyuncuları Dragutinovic ile Escude olduğu düşünülürse.

Capel’in yerine oynayan Duda’dan beklenen, arkasındaki Adriano’yu geriye itip, göbekteki Keita-Poulsen ikilisiyle de iyi bir bütünleşme sağlamasıydı. Böylece hem Fenerbahçe’nin sağ kanatta gizlenip içeriye sinsi sızışlarda bulunan sürpriz golcüsü Deivid’in durdurulması, hem de göbekteki Selçuk-Aurelio ikilisinin pas hatalarına zorlanması mümkün olabilecekti. O ikili bozulunca da Fenerbahçe Alex’i arzuladığı ölçüde devreye sokamayacağı gibi, kaptırılan ani toplarda savunmada da ciddi sıkıntılar yaşayabilecekti.

Maçın başlarında Jimenez’in planının tıkır tıkır işlemekte olduğunu gördük. Fenerbahçe topa sahip olmakta zorlanıyor, kalesinde de tehlikeler yaşıyordu. Bu yaraya pansuman yapılabilmesi için öncelikle oyunun akışında sol tarafa ağırlık verildi. Sevilla’nın sağı, defansif açıdan soluna göre nispeten aksayınca, Fenerbahçe bu taraftan rakibini zorlamaya başladı.

Fenerbahçe’nin rakibinin savunmasını aşmak için kullanacağı en önemli silah ise hızlı oynamaktı. Göbekte Selçuk ve Aurelio topu çabuk ve isabetli olarak öndeki arkadaşlarına aktarmakta zorlanınca Fenerbahçe maçın ilk dakikalarında istediği pozisyonları yakalayamadı ama rakip savunmada tam yerleşmeden gerçekleştirilen belki de ilk atakta, ki bu atak az önce bahsettiğimiz şekilde sol taraftan geldi, Uğur’un güzel ortasında Kezman’ın golü geldi. Golden sonra maçın havasına daha çok giren Sarı-Lacivertliler tempoyu biraz daha arttırmak üzereydi ki iki ucu keskin bir bıçak gibi olan o sol taraf bu kez Fenerbahçe’yi kesti. O bölgede bulunan boşluk sonrası yapılan orta, Edu’nun ters vuruşuyla ağlara gitti.

Bu golde kabahati Edu’ya yüklemek, olayı sadece yüzeysel değerlendirmekten, yorumda işin kolayına kaçmaktan ibarettir. Roberto Carlos ileri çok fazla çıkan bir bek ve bu çoğu zaman onun geride açıklar vermesine neden oluyor. Carlos ile oynayacaksanız onun önünde yer alan oyuncunun, Carlos’un sık sık kademesine girebilen birisi olması lazım. Uğur bunu yapamıyor. Bir başka sorun da Volkan’ın yan toplara çıkışlarda yaşadığı tereddüt. Dışa kavisli kesilen toplarda kaleciler için tavsiye edilen şey, çizgide durmalarıdır. Dün eğer Volkan bu tavsiyeye uyup çizgiyi terk etme hamlesini yapmasa bu topu çıkarabilir, yani golü engelleyebilirdi. Kısacası Fenerbahçe sol açığından kalecisine kadar, takım halinde bir hatalar zinciri sonucunda golü yemiş oldu.

1-1’in ardından Fenerbahçe bocalamaya başladı. Bu bocalama, ilk devrenin sonlarında ve ikinci yarının başında da devam etti. Ta ki Alex’in kornerinde Lugano’nun kafası dengeyi yeniden bozana dek. Tıpkı ilk golde olduğu gibi bu golün devamında da Fenerbahçe biraz daha hareketlendi. 63’te Jimenez Capel’i oyuna alıp başlangıçtaki oyun formatını değiştirebileceğinin sinyallerini verdi. Birkaç dakika sonraysa Capel’in attığı kornerde Selçuk Escude’yi kaçırdı, skor 2-2’ye geldi.

Ne var ki Capel’in oyuna girmesine rağmen Sevilla başta anlattığımız o 2-4-4’e benzeyen dizilişle sahaya yayılmaktan çekindi. Adriano’ya öncelikle geride yerini kaybetmemesi tembihlenmişti belli ki. Bu anlayış sağ tarafta Deivid’i iyice pasifize etti. Bunu gören Zico da fizik olarak yorulmaya başlayan Uğur’u çıkarıp oyuna Kazım’ı aldı, Deivid’i sola çekip Kazım’ı da sağ tarafa yerleştirdi. Ancak sağ tarafta da Dani Alves yerini çok kaybetmiyordu ve Deivid’in etkisiz görüntüsü devam etti.

Zico son bir şans olarak Kezman-Semih değişikliğine gitti, üç dakika sonra da Semih golünü attı. Semih’i özellikle maç konsantrasyonunu her zaman en üst seviyede tuttuğu için tebrik etmek lazım ama bu golde en önemli ayrıntı, tıpkı ilk golde olduğu gibi, rakip savunma yerleşmeden ceza sahasına girebilmekti. Bir an için geriye gelen Kazım’ın güzel uzun topu, Semih’in aynı güzellikteki kontrolü ve topu Alex'e aktarışı, Alex'in de Semih'i ustaca kaçırıp topla tekrar buluşturması... Semih de bu ikramı geri çevirmeyince 3-2’lik galibiyet geldi.

Bu skor, doğrusunu söylemek gerekirse, Sevilla için önemli bir avantaj. Aklıma bir an yedi yıl önce Galatasaray’ın Real Madrid’i 3-2 yendiği Şampiyonlar Ligi çeyrek final maçı ve sonrası geldi. Birçok kişi 2-0’dan maçı çeviren Galatasaray’ın deplasmanda da bu skoru koruyabileceğini öne sürüyordu ama Real Madrid orada 3-0’lık kolay bir galibiyet almıştı. Avrupa kupalarında seçkin İspanyol takımlarıyla dış sahada oynamaktan daha zoru pek yoktur herhalde.

Yine de şunu unutmamak lazım. Fenerbahçe bu sezon çoktan tarihinin Avrupa’da en başarılı sezonunu yaşadı. Bugün itibarıyla 16.970 puan toplamış durumda ki her sene bu civarda puan toplasa, Şampiyonlar Ligi’nde ikinci torbanın gediklilerinden olur. Bu da gruplardaki işini çok daha kolaylaştıracağından sonraki turlarda da daha fazla boy göstermesi ve haliyle daha fazla şans yakalaması mümkün olacaktır. Kısacası bugün Fenerbahçe’nin 3-2’lik galibiyeti rövanş için kendisine bir avantaj getirmemiştir ama hanesine yazdırdığı 2 UEFA puanı, yarınlar için önemli bir avantajdır. Sarı-Lacivertliler, hem bu yıl bu noktaya gelmelerinden, hem de ilerki yıllar için önlerini biraz daha açmalarından dolayı takdiri hak ediyorlar.

16 Şubat 2008 Cumartesi

Semih Şentürk Afrika’da!




Tebdil-i kıyafet olsun diye ‘Bonusgil’ peruğu takmış ama bizden yine de kaçmadı tabii. Yalnız hangi takıma gideceği muallakta. Kısa zamanda Fotomaçgolspor biraderlerin bu konuya açıklık getireceğini düşünüyoruz. Ben şahsen onlardan “İran’ın Persepolis takımına transfer olan Semih, Afrika’ya giden ilk Türk futbolcusu oldu” gibisinden bir haber bekliyorum. Yakışır...

Sisteme Göre Transfer Yapamama Sorunu




2002 yazında Fenerbahçe Ortega’yı transfer etmeye kalkıştığında bütün spor kamuoyu bu olaya kilitlenmişti. Çoğunluk Ortega transferinin Türk futbol tarihinin en önemli birkaç transferinden biri olacağını söylüyordu. Hatta sadece Fenerbahçe cephesine bakıldığında Ortega kulübün gelmiş geçmiş en büyük transferi olacaktı. Takımın hali hazırda Rapaiç, Revivo, Yusuf ve Ceyhun gibi o mevkide oynayan oyuncularının olduğu ve öncelikle transfer yapılması gereken mevkiin orası olmadığını söyleyenlerin sayısıysa bir elin parmaklarıyla ifade edilebilecek kadar azdı.

Sonuçta Ortega geldi, ilk başta haliyle yer yerinden oynadı. Lakin çok geçmeden takımda sistem arızaları baş gösterdi. Dönemin teknik direktörü Werner Lorant 3-1-4-2 veya 3-2-3-2 gibi demode sistemler uyguluyordu zaten ama eldeki ofansif orta saha oyuncularının sayısı hesaba katıldığında bu sistemlerin bile kendi içinde sorunlar yaşanıyordu. İlla bu sistemler denenecekse ilk yapılması gereken sağ ve sol kanatlara oyunu 70-80 metrelik koridorlarda oynayabilen kanat beklerinin alınmasıydı. Ancak Fenerbahçe tercihini ofansif orta sahadan yana kullanmıştı. Sonuçta ne Ortega’dan ne de takımın geri kalanından verim alınabildi. Aynı yaz Galatasaray da Felipe ile benzer bir kumar oynamış ama sistem bu oyuncunun ağırlığını kaldırabilecek şekilde kurulmadığı için Felipe de hayal kırıklığı yaratan transferler arasına adını çabucak yazdırmıştı.

Türkiye’de son beş yıl içinde bir ofansif orta saha oyuncusunun ağırlığını kaldırabilecek en düzgün sistemi uygulayan kişi Christoph Daum’du. Alex’in alınmasının ardından, biraz da sezon ortasına doğru van Hooijdonk’un sakatlanmasıyla, Nobre’yi tek santrfor olarak kullanmış, Alex’in soluna Tuncay, sağına Serhat ya da Yozgatlı’yı çekip arkaya da iki defansif orta saha yerleştirince hem Alex hem de çevresindekiler dönemin en efektif futbolunu oynamaya başlamışlardı. Ancak bu çarka da çomak sokulmakta gecikmedi, Nicolas Anelka’nın bu sistem içinde yeri olup olmayacağı düşünülmeden sadece isme bakılarak bir transfer yapıldı, sonuç yine hayal kırıklığıydı.

Geçen senenin başında bu konuda örnek gösterilebilecek kontrolsüz bir transfer hamlesi de Beşiktaş’tan geldi. 10 numara pozisyonunda oynayabilecek Delgado alındıktan sonra aynı pozisyonun adamı olan Ricardinho da siyah-beyazlı renklere bağlandı. Ve bu iki oyuncu bir sezon boyunca bir arada doğru dürüst kullanılamadı. Delgado’nun oynamadığı maçlarda Ricardinho’dan üst düzey verim alınırken bu sezon da Ricardinho’nun oynamamasıyla birlikte Delgado Beşiktaş’taki en etkili günlerini yaşıyor.

Yine geçen sene sistem üzerine fazla düşünülmeden yapılan diğer bir transfer hamlesi, Fenerbahçe’nin Kezman ile Deivid’i Kadıköy’e birlikte getirmesiydi. Zico’nun başta kafasında 4-1-2-1-2 oynamak vardı besbelli ama bu sistemin de olmazsa olmazı iki kanat bekiydi. Bütün koridorun olduğu gibi Ümit ve Kerim’e emanet edilmesi, Tuncay’ın da orta sahada oynaması neticesinde sistem topyekun iflas etti, Daum’dan kalma sisteme dönülmesi zaruri oldu.

Bu sezona gelindiğindeyse transfer-sistem paradoksunu en çok Galatasaray’ın yaşadığını gördük. Sanki en çok ihtiyaç duyulan şey bir 10 numaraymış gibi sarı-kırmızılılar yangından mal kaçırırcasına Lincoln’ü transfer etti. Lincoln’den yararlanılması için önde tek santrfor olarak oynayabilecek bir oyuncu ve iki de iyi ön libero şarttı takıma. Eldeki oyuncular ve Linderoth ile Barış’ın transferi düşünüldüğünde arka taraf sağlama alınmıştı ama ilerde Hakan Şükür haricinde tek santrfor oynayabilecek bir isim yoktu. Hakan da yaşı nedeniyle sezon boyunca o mevkiin ağırlığını kaldırabilecek durumda değildi. Sonuçta Galatasaray, biraz da sakatlıkların yardımıyla, kendisi için en ideal sistem olan düz 4-4-2’ye döndü, Lincoln de mecburen ıskartaya çıktı.

Yakın tarihte yaşanan bu örnekler yetmedi herhalde ki en son geçen gün Aziz Yıldırım’ın dünyaca ünlü bir santrforla anlaştığını açıkladığını okuduk yazılı basında. Fenerbahçe 4-2-3-1 oynamaya devam edecekse ve yabancı sınırlaması da değişmeyecekse sarı-lacivertlilerin şu anda santrfordan önce sağ ve sol açık transferlerine ihtiyacı var ama daha çok sansasyon yaratacağından olsa gerek hâlâ golcü peşinde koşuluyor. Takım halinde hücuma çok iyi çıkıldıktan sonra ortalama santrforlarla da çok iyi sonuç alınabilinir. Nobre gibi yetenekleri sınırlı bir oyuncu bile Fenerbahçe’de tek santrfor oynarken leblebi gibi gol atıyordu. Ancak takımın genel yapısında bir arıza olursa en kaliteli santrforlar bile istenen sonucu veremez. Anelka ve Kezman’ın sistem uyumsuzlukları nedeniyle kendilerinden bir türlü bekleneni verememeleri ortada.

Aziz Yıldırım’ın söz konusu açıklamasından sonra fısıltı gazeteleri santrfor adayı için en çok Wagner Love’ın ismini zikrediyor. Eğer Fenerbahçe 4-2-3-1 oynamaya devam edecek ve Wagner Love’ı bu sistem içine monte etmeye çalışacak olursa herhalde ilerde tek santrfor, bir süre Wagner Love’dan beklenenin alınamaması sonucunda, yine Semih oynar, arkasında da soldan sağa Wagner Love-Alex-Deivid şeklinde bir diziliş olur. Kanatlarda da bütün yük Carlos ile Gökhan’a biner. Zayıf takımlara karşı böyle bir dizilişle sonuç alınabilir belki ama kanatları çok iyi kullanan veya orta sahada iyi alan daraltıp sıkı pres yapan takımlara karşı bu anlayışla çok zorlanılır. Bunların her ikisini birden yapan takımlara karşıysa yandı gülüm keten helva!

Takımlarımızın sağlıklı sistemler oturtup bunlara göre transfer yapma vakitleri geldi de geçiyor. Ancak bunun nasıl olacağı hâlâ tam bir muamma. Bunun için öncelik transfer yetkisinin tamamen teknik direktörlere verilmesi ve taraftarın sansasyonel transfer beklentilerinin azaltılmasından geçiyor. Yani yöneticilerin kendilerini bir hayli geri plana çekerek ciddi bir fedakarlıkta bulunmaları gerekiyor. Bakalım mevzubahis fedakarlığı ilk kim, ne zaman yapabilecek?

9 Şubat 2008 Cumartesi

Ligin Statüsü Değişse Fena Mı Olur?

Son günlerde basında en çok yer bulan konulardan biri, ligin 22 takıma çıkarılmasıyla ilgili yayılan dedikodulardı. ‘Dedikodu’ diyorum çünkü hiçbir yetkili bir basın toplantısı düzenleyip bu konuda niyetli olunduğunu söylemedi. Tabii (varsa) bu niyet doğrultusunda ne gibi çalışmalar yapıldığını da... Sadece kulislerde bu konu üzerinde uzun uzun konuşulduğu duyuruldu. Fakat resmi ağızdan bir yalanlama da gelmeyince insan ister istemez bu dedikodularda haklılık payı olabileceğini düşünmeden edemiyor.

Umarız tüm bunlar sadece dedikodudan ibarettir. Zira dünyada, ülkelerin en üst liglerinin hiçbirinde böyle bir uygulama kalmadı. Bir zamanlar İspanya ve İngiltere’de 22 takım görmüştük. İngiltere’nin alt profesyonel liglerindeyse 24’er takım var. Ancak birinci liglerde 22 takım uygulaması varken Avrupa maçları ve milli maçlar, yıllık takvimde bugünkü kadar çok yer işgal etmiyordu. Alt lig takımları içinse zaten ciddi bir sorun yok çünkü onlar Avrupa Kupalarına katılmıyor, milli takımlara da doğru dürüst oyuncu göndermiyorlar.

22 takımlı lig düşüncesinin pratiğe dökülmesi durumunda yaşanacak felaketlerden birinin çıkış noktası bu olacak. 42 maçlık lig, takvimin ayarlanmasında ciddi kriz yaratır. Zaten yazın sıcağın, kışın da soğuğun aşırısının yaşandığı bir memleketteyiz. Sadece futbol oynamaya elverişsiz hava koşulları nedeniyle maç ertelenmesi gerektiğinde ne gibi dertlerle karşılaşılacağı düşünüldüğünde bile, 22 takım fikrinin üzerinde hiç ama hiç durulmaması gerektiği ortaya çıkıyor.

Ayrıca bu yeni sistemin siyasi nedenler yüzünden dillendirildiği de ortada ki işin sırf bu yönünün futbola vereceği zarar, maç sayısının artmasının yaratacağı takvim krizinin vereceği zarardan çok daha fazla olur. Küme düşmenin kalkmasıyla birlikte ligde şike söylentilerinin önüne geçilemeyeceği gibi, verilen bu taviz, sonraki yıllar için de gayet sakıncalı bir örnek teşkil edecektir.

Ancak ilk bakışta akıllara felaket senaryosundan başka bir şey getirmeyen bu önerinin, “her işte bir hayır vardır” sözünü anımsayıp biraz düşününce, Türk futbolu için gerçekten hayırlara da vesile olabileceği söylenebilir. Tabii bire bir gerçekleşmesi durumunda değil, yalnızca lig statüsünde bir değişiklik yapılmasının zamanı geldiği konusunda kafalarda bir şimşek çakmasını sağlayabilirse...

Uzun bir girişten sonra nihayet sadede gelebileceğiz. Şahsen, (şu anki adıyla) Süper Lig’in hem takım sayısında, hem de statüsünde değişikliğin şart olduğunu düşünüyorum. Ligimizde yıllardır varolan iki temel sorun var. Bunlardan biri, ligde çok büyük bir güç dengesizliği olması nedeniyle ligin zirvesinde ve dibinde çok erken kopmaların yaşanması ve son haftalara amaçsız giren takımların işlerini ciddiye almamaları sonucunda bu dönemde karşılaştıkları bazı rakiplerinin haksız kazanç sağlamaları... İkincisiyse, yine güç dengesizliğinden ötürü neredeyse 50 senedir sadece dört şampiyon çıkmış olması.

Söz konusu iki sorunun birden çözülmesi kısa hatta orta vadede dahi zor. İki sorunun da ortak noktası güç dengesizliği çünkü... Bu, sadece futbolun kendi dinamikleriyle çözülebilecek bir sorun değil. Ülke ekonomisiyle alakalı... Geri planda kalan takımların zirveye doğru yola koyulabilmek için modern statlara, gelişmiş altyapı tesislerine, kaliteli yabancı futbolculara ihtiyaçları var. Hepsinin birden olması için nereden baksanız 100-150 milyon euroluk bir masraf gerekiyor. Kişi başına düşen milli gelirin 4 bin euro olduğu bir ülkede ortalama futbol kulüplerinin böyle masrafların altına girmesinin imkanı yok.

Gelgelelim ligin statüsünde yapılacak değişikliklerle bu sorunlardan hiç değilse biri büyük ölçüde çözülebilir. Bu doğrultuda benim aklıma gelen modeller, ilk sorunun çözümü için, Avusturya ve İsviçre gibi ülkelerde uygulanan 10 takımlı ve dört devreli bir lig; ikinci sorunun çözümü içinse, birçok Güney Amerika ülkesinde görülen, bir sezona 20 takımlı ve tek devreli iki ayrı lig uygulamaları.

Şayet 10 takımlı ve dört devreli bir lig olursa, en başta takım sayısının az olması dolayısıyla ligin tepesiyle ve dibi arasındaki güç farkı doğal olarak azalacak. Zirveyle alt sıralar arasındaki mesafenin azalması, son haftalarda iddiasız takımların peyda olmasını da engelleyecek. 10 takımdan dördünün Avrupa Kupalarına gittiği, ikisininse küme düştüğü bir ligde son haftaya girilirken hem UEFA Kupası’na gitme hem de küme düşme ihtimali bulunan takımlarla bile karşılaşabiliriz.

Bu sistemin bir başka özelliğiyse sürprize pek imkan tanımaması. Bunun sebebi de dört devreli olmasından kaynaklanıyor. İki devreli liglerde şampiyonluğa oynayan iki takımdan A takımı B takımından kağıt üzerinde daha iyi olabilir, hatta B takımını iki maçta da yenebilir ama B takımı kalan maçlara daha iyi konsantre olursa, rakibine altı puan vermesine rağmen ligi onun önünde bitirebilir. Fakat lig dört devre üzerinden oynandığında böyle bir durum pek söz konusu olmaz. A takımı, B takımından dört maçta üç galibiyet ve bir beraberlik alsa dokuz puanlık bir avantaj elde ediyor ki bunun kapatılması altı puanlık farkın kapatılmasından çok daha zor. Hele taraflardan biri dörtte dört yaparsa zaten diğerinin ona yetişme şansı neredeyse tamamen ortadan kalkıyor. Ancak bu durum, yukarda bahsettiğimiz ‘ligin fazla şampiyon çıkarmama sorununu’ ebedi kılabilir.

Eğer ligimizdeki öncelikli sorun zirve yarışının hep belli takımların tekelinde geçmesiyse, o zaman üzerinde durmamız gereken, bir sezonda, 20 takımdan ve tek devreden oluşan iki ayrı lig modeli olmalıdır. Bu sistemde lig tek devreli olduğu için fikstür avantajları sonuç üzerinde çok belirleyici olabiliyor. Öncelikle 19 maçın 10’unu iç sahada oynayan 10 takım, 19 maçın dokuzunu kendi evinde oynayan diğer 10 takıma nazaran ufak da olsa bir avantaja sahip oluyorlar. Sonrasıysa şampiyonluk yarışındaki rakiplerden kaçıyla iç sahada oynayacağınıza bağlı. Mesela bu uygulamanın 1991’den beri sürdüğü Arjantin’de, 17 sezonda toplam 34 lig oynandı ve dokuz farklı şampiyon çıktı. 1967’den 1985’e kadar da benzer bir uygulama yapılmıştı ve 13 farklı şampiyon çıkmıştı. 1931’den 1966’ya kadarsa babadan kalma çift devreli lig oynanıyordu ve o dönemde Arjantinli futbolseverler topu topu beş farklı şampiyon görebilmişti.

Böyle bir sistem tercih edilecek olursa o zaman akıllara haliyle şu soru gelecektir: “Bir sezonda iki şampiyon olur mu?” Bizde şu anda zaten bir lig, bir de kupa şampiyonu oluyor. Kupa yıllardır önemini büyük ölçüde yitirmiş vaziyette. Hem bu sistemin uygulandığı Güney Amerika ülkelerinde de ulusal kupalar zaten ya hiç olmamıştı, ya da artık tedavülden kalkmış durumda. Dolayısıyla iki lig şampiyonunun olacağı bir ülkede cazibesini tamamen yitirmiş bir kupa organizasyonuna da son verilebilir ve tamamen lige odaklanılarak buradaki heyecan, senede iki şampiyon çıksa da, yine en üst seviyede tutulabilir.

Velhasıl kelam, umarız 22 takımlı lig dedikodularından alınacak ilham, ligin daha çekişmeli, heyecanlı ve sorunsuz hale getirilmesi amacıyla, ligin statüsünün değiştirilmesi yönünde pratiğe dökülür ve adı dışında neredeyse başka hiçbir şeyi süper olmayan ligimiz nitelik olarak daha yukarılara çıkma şansını yakalar.

4 Şubat 2008 Pazartesi

Bir Doğru Bir Yanlışı Götürdü: Sıfıra Sıfır Elde Var Sıfır




Hafta içinde hep Galatasaray’ın eksikleri konuşuldu. Konuşanların çoğu da bu durumun elbette Sarı-Kırmızılı takıma bir dezavantaj teşkil edeceğini düşünüyordu. Ancak unuttukları bir şey vardı, o da Galatasaray’ın teknik direktörü Feldkamp’ın sezon başından beri elinde bol malzeme olduğu zamanlar kadro seçimi ve buna bağlı olarak uygulanan sistemde ciddi orta saha zafiyeti doğuran tercihlerde bulunmasıydı.

Biraz daha açıklayacak olursak... Önde iki forvet oynuyorsanız orta sahanızın çok diri ve oyunun defansif yönünü ihmal etmeyen adamlardan kurulu olması gerek. Ancak Feldkamp o iki forvetin arkasına Lincoln’ü, sol tarafa da Arda’yı koyunca ortaya arızalı bir düzen çıkıyordu. Dahası, bu sorun Lincoln’ün yokluğundaki orta saha tercihlerinde de devam etmişti. Örneğin iki ay önce ligde oynanan Fenerbahçe-Galatasaray karşılaşmasında orta sahanın ortasını sadece Sabri’ye emanet etmişti Alman teknik adam. Haliyle maçın Fenerbahçe üstünlüğünde geçmesi de kaçınılmaz olmuştu.

Futbolda genel geçer bir kural vardır. İki takımdan kağıt üzerinde kadrosu daha zayıf görünenin rakibine çelme takması için takım oyununu rakibinden çok daha iyi uygulaması gerekir. Böylece bireysel açıdan mevcut olan fark kapanır ve öne geçilebilir. Galatasaray bugün sahaya çıkan kadrosuyla futbol kitabında düz bir 4-4-2’nin tarifi neyse tamamen onu uygulamaya çalıştı. Göbekte Mehmet Topal ve Barış ile rakibin atak yolundaki en önemli silahlarından biri olan ayağa paslaşmaları kesti, kanatlardan da Serkan ve Arda ile (zaman zaman da Uğur Uçar ve Volkan Yaman’la) topu taşıyıp forvetteki Hakan-Ümit ikilisini beslemeye çalıştı. Serkan sürati ve çabukluğuyla bu mevkiinin uzun vadede hakkını verebilecek bir isim, henüz alışma evresinde olduğundan oyun istikrarını 90 dakikaya yayamadı. Arda ise geçen sezon başındaki flaş çıkışından bu yana oyununa ekstra bir şeyler katmamaya devam ediyor. Hatta adımları geri geri atar vaziyette. Hani belki o da bir şekilde bu maçta eksik olsa Feldkamp 4-4-2 şablonuna cuk diye oturacak bir onbir sürebilirdi sahaya. Yine de takımda yaratıcı gücü ortalamanın üstünde olan tek isim (Lincoln ve Hasan’ın yokluğunda) Arda olduğundan ondan kolay vazgeçemiyorlar.

Fenerbahçe’ye baktığımızdaysa, oyuncu seçimiyle olmasa da oyundaki etkinlikle tam Galatasaray’ın istediği konumdaydı bugün. Fenerbahçe skoru değiştirmeye en çok hızlı bir ayağa pas trafiği oluşturur ve verkaçlarla kah kanattan Deivid, Gökhan ya da Carlos’u, kah göbekten Alex ve Semih’i ceza sahasına sokarsa yaklaşıyor. Bunun için de birinci şart oyuncuların durarak değil hareketli oynamaları. Fakat bugün 70. dakikaya kadar bu hareketliliği hiç gösteremediler. Kış uykusunda gibilerdi. Tıpkı üç hafta önce İBB’ye karşı oynadıkları gibi. 70. dakikadan Lugano atılıncaya kadar da yine İBB maçında 2-0 geriye düştükten sonra yaptıkları gibi rakip yarı sahada basmaya ve çabuk oynayarak rakip kaleyi baskı altına alma çabaları göstermeye başladılar ama bir kez daha geç uyanmışlardı.

Galatasaray’ın bu maçtaki bir avantajı da rakibi sertlikle durdurma taktiklerinin hakem Fırat Aydınus’un bu sertliğe prim tanıması sonucunda tutmasıydı. Bu tabii ki bir yere kadar hakemin takdirinde olan bir durum ama Aydınus 30. dakikaya kadar sertliklere karşı sadece uyarılarla, Servet’in Semih’e kasti girişinde de sarı kartla yetinerek biraz “abarttı.”

Sonuçta Galatasaray eldeki malzemeye göre yapması gerekenleri kusursuza yakın bir ölçüde yapınca, Fenerbahçe ise kazanmak için sergilemesi gereken üretkenlikten uzak olunca, maç 0-0’a kilitlendi, hatta Fenerbahçe’nin bozukluğu ve Galatasaray’ın sabırlı, dirençli oyunu, maçtaki dört net gol pozisyonundan üçüne Sarı-Kırmızılıların girmesini sağladı. İnsanın aklına önce “daha yaratıcı oyuncularla kurulu bir takım çıkarsalardı daha fazla pozisyona giremezler miydi?” sorusu geliyor fakat sonrasında o isimlerle takımın Feldkamp tarafından daha sağlıksız bir dizilişle sahaya sürülme olasılığı hatırlanınca böylesinin Galatasaray için daha hayırlı olduğu fikri hakim oluyor.

Velhasıl Galatasaray’ın taktik anlamda ortaya koyduğu doğru ile Fenerbahçe’nin aynı düzlemdeki yanlışı karşı karşıya gelince artı eksiyi götürdü, geriye tabelada yazdığı gibi koskocaman bir (daha doğrusu iki) sıfır kaldı. İkinci maçın ne olacağı ise tam bir muamma zira o gün Galatasaray mutlak kazanmaya ihtiyacı olacağı için farklı bir taktik deneyebilir, Fenerbahçe ise bugünkü gibi “harikalar diyarında” gezintiye çıkmaktansa yeşil çimler üstünde olmayı tercih edebilir. Dolayısıyla bu skora bakıp yaklaşık üç hafta sonraki maç için fal açmaktansa o gün maçı seyrettikten sonra oturup oynanan oyunun bir analizini yapmak, her zamanki gibi, daha makul olacaktır.

2 Şubat 2008 Cumartesi

Imad Baba



Geçen gün Coşkungillerin (-giller diyorum çünkü siz deyin amip gibi bölünerek çoğalmışlar, ben diyeyim kareleri alınmış, sayıları bir anda ikiden dörde çıkmış) blogunda eski genç milli kaleci Trabzonsporlu Yetkin Akman ile ilgili bir yazı görünce anında 15 yıl öncesine gittim, gözümün önünde bir sürü saçma sapan şey canlandı (kafa kırık olduğundan normal şeylere çalışmıyor ya, o hesap). Neyse, daha fazla laf kalabalığı yapmadan aklımdan geçenleri, ilgili konunun yorum bölümüne yazdığım gibi aynen aktarıyorum:

Yarım düzinelik maçta gollerden birini Imad Baba deyu bir herif frikikten atmıştı. Topa çok sert vurmuştu ama top tam Yetkin'in üzerine gelmişti. Yetkin de çömelip topu içeri yumruklamıştı.Golü atanın isminden mütevellid o gün hemen "Yetkin Babayı aldı" cinsinden Fotomaçvari bir espri patlatmıştım. Ertesi gün de arkadaşlarla okulun bahçesinde Yetkincilik oynamıştık. Kaledeki arkadaşın üstüne doğru var gücümüzle abanıyorduk, kaledeki arkadaş da üstüne gelen şutları önce çömelmek suretiyle kalenin içine yumruklamaya çalışıyordu. Hey gidi günler be, 15 sene geçmiş aradan...

Bunları düşündükten sonra haliyle Imad Baba’yi merak ettim. Şu sıralar 32-33 yaşlarında olmalıydı ve muhtemelen futbol hayatının son yıllarını yaşamaktaydı. En pratik çözüm olarak wikipedia’ya sarıldık tabii. Ve yanıldığımızı gördük. Yetkin kadar talihsiz olmasa da o da kısa bir kariyer sürmüş. 1996’da MLS draftlarında 16. sıradan seçilip kapağı New England Revolution’a atmış. Sonra 5 sezonda 104 maç, 24 gol... Bir orta saha oyuncusu için fena sayılmayacak bir istatistik. Ancak ardından Colorado Rapids’e gitmiş, artık sakatlık mı yaşadı ne oldu bilinmez, burada dikiş tutturamayıp 28 yaşında futbolu bırakmış.